2 Kasım 2008 Pazar

Bir Kültür Devrimini Düşünmenin Gerekliliği

Burak Delier

Son 3-4 ay içerisinde oldukça yoğun bir sanat gündeminden geçtik. “Modern ve Ötesi” sergisi, Pera’ya gelen JP Morgan koleksiyonu ve arka arkaya açılan “güncel sanatı nasıl elitleştiririz/ticarileştiririz” ana temalı fuarlar, bunların yanında elbette Bienal’i , hatta Bienalleri (İstanbul, Venedik, Dokümenta) saymak gerekiyor. İnsanın beynini uyuşturan, düşünme ve eleştirme kapasitesini felce uğratan bir fırtına sanki, (buna “Allah Korkusu” sergisinin başına gelenler, Kuzey Irak harekatı, esir düşen, sonra “kurtarılan” askerler, bizi iyice köşeye sıkıştıran polis terörü vs. de ekleyebilirisiniz) her gün gündem değişiyor, tam bir şeye yoğunlaşıp onu tam anlamıyla sindirip, tüketip, sağını-solunu kavrayıp bir tavır geliştirecekken, başka bir darbe geliyor ve oluşmakta olan her şeyi süpürüp gidiyor. Komplo teorisi değil bu, aptallaştırılıyoruz, uyuşturuluyoruz, yarı bilinçsiz bir beden gibi küçük kasılmalarla cevap verebiliyoruz ancak. Verdiğimiz cevapların etkileri de küçük, geçici ve anlamsız kalmaya mahkum oluyor. Gündem içinde yapılan çekişme/tartışmalardan ne kalıyor elimizde ona bakıyoruz ve koca bir hiçin kaldığını görüyoruz... Geniş kapsamlı ve uzun erimli bir plana ihtiyacımız var. Bütün dünyayı kaplamasa da, en azından kendi mahallemizi, yani sanat mahallesini kaplayacak dönüştürücü, mikro bir plan üzerinde çalışmaya girişmeliyiz.

Sanat alanında yaşanan son gelişmelerin, aslında birbirine son derece bağlı süreçler olduğunu söyleyelim ilk önce, yani, müzelerin açılması, galerilerin, holding/şirket patronlarının, koleksiyonerlerin güncel sanatla ilgilenmesi, “Modern ve Ötesi” gibi son derece geniş kapsamlı bir serginin etrafında gelişen sanat cemaatlerinin rant kavgaları, JP Morgan’ın Türkiyeli elite neredeyse bir örnek olarak sunulan koleksiyonu ve bu koleksiyondan ders alacak ve bunu uygulayacak patronlar için fuarlar... Eh, tabii bir de sanatla sermaye arasında bağlantıyı kuracak küratörler, eleştirmenler lazım, neyse ki onlarda buradalar. Şimdi sıra, eleştirmenlerin/küratörlerin/galericilerin “en iyi çıkış yapan genç sanatçıları” listelemeleri, hafif muhalefet veya yetenek sosuyla güzelce paketleyip, fiyatlandırmalarında. İleride, bu “zirve” yapan sanatçıları ve “iz bırakan” eserlerini tarihsel bir akış içinde arka arkaya koyduk mu, işte size en hakiki, en has Türkiye Sanatı!

Bu hikaye çok bildik, güneşin altında yeni bir şey yok. Ama şunu görmek gerekiyor, sanat herhalde hiç şimdiki kadar para etmemiş ve parayla bu kadar meşrulaşmış bir biçimde içli dışlı olmamıştı. Sadece Türkiye için geçerli değil bu söylediğim, dünyada da bu böyle
[1]. Borsalar çıktıkça sanat borsası da yükseliyor, İstanbul dünya şehirleri arasında yerini sağlamlaştırdıkça Türkiye sanatı da “değerini” yükseltiyor. Bütün bunların arasında bir paralellik var. Tam olarak içselleştirilmiş bir kültür endüstrisi işte bu! İçerik tartışması yok, gerek de yok, her şey, her sergi, her mülakat, koleksiyona giren her iş, atılan her adım bir promosyon değeri olarak algılanıyor. Kapitalizmden, liberalizmin serbest piyasa ekonomisinden başka bir alternatif düşünemediğimiz, rekabetçi bireylerin, cemaatlerin ya da ulusların çeşitli güç alanlarında(sanat, ülke, dünya vs.) rant kavgasından başka bir “oluş” modelini tasavvur etmenin tamamen gündemimizden çıktığı bir dönemdeyiz. Rekabetçilik, kazanma hırsı, vahşilik sanat alanında da hüküm sürüyor. Kim daha fazla “görünür” olacak, kim daha fazla “değerine değer” katacak... Küratörlerimiz ise neredeyse memnunlar bu gelişmeden, bu rekabeti, çekişmeleri üretken bir sanat ortamının bir göstergesi olarak düşünüyorlar herhalde! “Vahşi” kapitalizmin ve rekabetçiliğin üretimde çoğullaşma değil, aksine tektipleşme ve muhafazakarlaşma getirdiğini unutmuşa benziyorlar. Bir de güncel sanatın kendini kabul ettirmiş olmasından, kurumsallaşıyor olmasından duydukları bir memnuniyet var sanırım. Öyle ya, yıllarca doğru düzgün bir müzesi olmamış bir ülkede, -beceriksizce olsa da- müze patlaması yaşanıyor, hep taklitlerle avunmuş içe kapalı bir sanat dünyası, 90’larla beraber kendini kendi gibi temsil etme şansını yakalıyor ve 2000’lerle, müzesiyle, müşterisini güncel sanatın verimli bir yatırım aracı olduğuna ikna etmeye muvaffak olmuş galerileriyle sanat popülerleşiyor, elitleşiyor ve kurumsallaşıyor. Türkiye sanat tarihinde “ilk”lerin yoğunlaştığı bir dönem, tarih yazılıyor, sanat tarihi yazılıyor... Tıpkı liberal piyasaya geçişle koleksiyonların oluştuğu 80’ler gibi. Bugün, 80’lerde yavaş yavaş “satmaya” başlayan ve giderek piyasalaşan sanatın ve sanatçıların, güncel sanat alanındaki muadillerini bulabilecek durumdayız. Sanat piyasasıyla, bütün kurumlarıyla oluşuyor, buna karşı bir direniş gerçekleşmez ise, önüne aldığı her şeyi kendine katarak ilerleyecek ve dokunduğu her şeyi kül edecek.

Nereye baktığınız da önemli tabii, piyasayla, ana akımla, hatta ana akımın kenarında dolaşan üretimlerle de bağını tamamen koparmaya aday, angaje üretimler var tabii, fakat şunu görmemiz gerekmiyor mu: 90’lardan beri hayli politik bir içerikle sahne alan güncel sanatın kapitalizasyon süreci başladı ve görülen o ki sanatçılar buna nasıl karşılık vereceklerini, nasıl direnebileceklerini iyi çalışmamışlar.

İşte tam burada duralım ve durum nasıldı 90’larda diye soralım. Güncel sanat tam olarak nasıl konumluyordu kendini elit/konvansiyonel/ticarileşmiş sanata karşı? Ayrıca bu konumlama, daha girift olmakla beraber siyasal bir kamplaşmaya da denk gelmiyor muydu, elit ve elit olmayan milliyetçiliklere karşı sol taraftan ve tabanın üretici çokluğundan söz almıyor muydu güncel sanat? Şimdi durum nedir? Milliyetçiliğe karşı geliştirilen tavır liberal piyasalaşmaya/elitleşmeye karşı neden geliştirilemiyor? Tabii ki, anti-milliyetçi sol ve sanat kendine millici bir cephe içinde yer bulamayacaktır, dolayısıyla liberal kanada doğru itilecektir.(Son seçimde AKP’ye oy veren “solcular”, “azınlıklar” vs. gibi.) Hatta teşvik edilecektir bambaşka niyetlerle. Zaten, güncel sanatı destekleyen banka, aile, kurum, kuruluşlara baktığımızda hangi projenin parçası olarak güncel sanatı desteklediklerini kolaylıkla anlayabiliriz. Güncel sanat, küreselleşen dünyanın kazanan elitleri arasında yerini almak için portföyünüzde olması gereken fiyakalı bir kart. Halbuki, 90’larda çıkışını yapmış bir çok sanatçı için, güncel sanat elitizme karşı da bir duruşu temsil etmiyor muydu? Nasıl böyle bir kayma oluyor ve bununla nasıl mücadele etmek gerekir?

“Gerçekçi Ol, İmkansızı Talep Et!” sergisinin katalogunda, güncel sanat sahnesinin bir ayrışmaya uğrayacağını söylemiştim. Kapitalizasyonun ve buna paralel olarak elitleşmenin etkisi ile bu ayrışmanın ana hatları ortaya çıkacak iyice. Milliyetçi ve elit solla paslaşanlarla ilgilenmiyoruz zaten, bizi ilgilendiren, önümüzde duran bütün melekeleri, hoşgörüsü, “yaratıcılığı”, kendinden menkul demokrasisi vs. ile piyasaya/kurumsallaşmaya, yeni anti-milliyetçi küresel elite karşı nasıl bir cephe alacağımız. Bu aynı zamanda, büyük resimde oldukça ciddi bir siyasal hassasiyet ve ajandayı gözetmek anlamına da geliyor. Sanatçı olarak kendi konumumuzu sorunsallaştırmamız ve dönüştürmemiz gerekiyor. Hatta, sanat alanını baştan aşağı yenilememiz; kurallarını, kariyerist sanatçının, bilir-kişilerin, küratörlerin, eleştirmenlerin, galericilerin, koleksiyonerlerin, holding patronlarının koyduğu sanat alanını terk etmemiz, başka bir yapılanma, başka bir siyaset ve örgütlenme içinde alanı tekrar tanımlayarak, “özgürleşmeyi” gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bütünlüklü bir projeye ihtiyaç var, küçük hamlelerle yetinemeyiz, ne de olsa sanat alanı, kurallarının bozulması ile kendini besliyor. Sanatçının üretimi ve söylemi ile yapılan mini kırılmalar hemen düzene entegre ediliyor. Üretimimizin içinde tetikleyeceğimiz kırılmalarla ilgilenirken, büyük söylemsel yapılara(bu yazıda “Sanat”) müdahale etme, farklı yapılar ve söylemler kurarak özneleşme süreçlerini gözden kaçırıyoruz.

Şu soruyu soralım: Elimizdeki düzen içinde fail kimdir, kim konuşuyor? Sanatçı mı? Küratör mü? Koleksiyoner, yatırımcı, bankanın halkla ilişkiler müdürü mü? Ya da hepsinin katkısı(ekonomik ve sembolik) ile oluşan bir yapı/fabrika mıdır, asıl fail? Sanatçı üretimi ile içine girdiği sahada ne kadar özneleşebiliyor? Sanat söyleminin bütününe ne kadar hakim olabiliyor? Elbette, bu sanatçının üretimi ile oldukça alakalı, fakat, sadece ve sadece onunla alakalı değil. Kafamızı bir an kaldıralım ve üzerimize gelmekte olan dev kar topuna bakalım. Sanatın tarihsel, toplumsal ve ekonomik süreçlerin içinde oluşmuş bir yeri var toplum içinde. Bu yer hiç de olması gerektiği gibi “özerk” değil. Çeşitli güç odakları arasıda gidip gelen bir saha. Bu saha içinde sanatçıya/eleştirmene vs. bir konum ve işlev biçiliyor. Bu hazır konumu ve işlevi sahiplenip, toplumsal bir “değere”, bir ürüne dönüşmek ve toplumun işleyişini onaylamak mı istiyoruz, yoksa, başka bir konum üretip, didişmek mi istiyoruz? Bu siyasetin, siyasi bilincin önemli rol oynayacağı bir ayrım. Bourdieu “Sanatın Kuralları” adlı kitabında oldukça vurucu bir karşılaştırma yapıyor, kabaca ele alırsak: Duchamp sanatın kurallarını bozan ve yeniden tanımlayan biridir, çünkü sanat ve sanatçı üzerine düşünür, kendi konumu sorgular; oysa, “naif” ressam Gümrükçü Rousseau sanat alanının yarattığı/yaptığı bir şeydir. Rousseau bir nesnedir, o yapmaz, alan tarafından yapılır. Kendi bilinci, alan bilinci yoktur, onun söz alacağı konum ona biçilmiştir. Duchamp oyunun kurallarına o kadar hakimdir ki, onları bozar, sorunsallaştırır, eğer, büker, dalga geçer, işine geldiği zaman kullanır. Oyunda kendi bölümünü bırakıp, oyunla oynamaya girişmiş biridir Duchamp.

Bizim ise güncel sanatın ehlileşmesi ve kapitalize edilmesi sürecinde oyunu terk edip, başka bir oyun yaratmamız, oraya eklemleneceğimize başka kurallar, başka bir işleyiş yaratmamız gerekiyor. Sanat alanında topyekun bir devrimi kovalamamız gerekiyor. Bunu yapmadığımız takdirde, 90’lardan itibaren gelişen sanatın siyasallaşma eğrisi, sanatsal ve siyasal içerik kof bir söylem olarak kalma tehlikesi ile karşı karşıya. Öznesi olacağımız yeni bir oyun sahası icat etmeliyiz.

Bir süredir, üretimlerin farklılaştığını ve kayda değer bir siyasallaşma eğrisi izlediğini söyleyebiliriz. Deneysel sergiler, angaje ve amatör projeler yapılmakta. Bunların cesaretlendirilmesi ve sanat faaliyetinin profesyonellerin ve bir takım özel “deha”ların alanı olmaktan çıkması için çaba harcanmalıdır. Bu tür çabalar var, peki nedir başından beri değişmeyen? İzleyici/koleksiyoner profili sanat icat edildiğinden beri tarihin hiçbir anında kırılmaya uğramamıştır. Sanat hep egemen sınıfların uğraşı olarak kalmıştır. Egemen sınıfların uğraşı olmayan sanat ise, dışlanmış ve değersizleştirilmiştir. Dışlanmadığı durumlarda ise bir analiz nesnesi konumuna indirgenmiş ve yine burjuva salonlarının duvarlarında yerini almıştır. Sanatçılar bunu eleştirseler dahi, dönüp burjuvazinin kucağına kendilerini bırakmak zorunda kalmışlardır. Sosyal içerikli hiçbir sanat eserinin sahibi ya da o eseri tartışan kişiler o esere konu olanlar olmamıştır. Koleksiyon yapmak egemen sınıfların bir ayrıcalığı olarak süre gelmiştir. Sarkis’in eleştirileri, Haacke’nin işleri ve Broodthaers ve daha nicelerinin işleri bu konu etrafında döner hep. Sarkis meseleyi “savaş ganimet”i diyecek kadar ileri götürür. Sanat faaliyeti, sanat eseri egemen sınıf tarafından esir alınır. O sınıfın inceliğini ve aklını onaylayan, egemen olmaktaki haklılığını pekiştiren bir alet olur sanat. Bugün bizim karşı karşıya olduğumuz tehlike de bundan başka bir şey değil. Bunu değiştirmek ve buna karşı direnmek için kendi yapıtlarımızdan öteye gitmemiz gerekiyor. Örgütlenmemiz, eserlerimizi ve tetikledikleri tartışmaları gerçek sahiplerine ulaştırmamız, alanı kaydırmamız gerekiyor. Büyük ölçüde toplumu bölmeye, dolayısıyla düşmanlaştırmaya hizmet eden, hiyerarşik, özelleştirici, burjuva ideolojisi tarafından belirlenen sanat alanı yerine, başka bir sanat alanını, (aşırı demokratik kamusal bir alt-alan olarak), kapitalist olmayan insani bir değiş-tokuş modelini ve başka bir “müzeyi” hayal etmemiz gerekiyor. Elimizdeki hazır izleyici/koleksiyoner profilini, mekan profilini, müze profilini değiştirmemiz gerekiyor. Baştan aşağı farklı bir sanat alanı yaratmalıyız. Başka bir sanat, başka bir ilişki, başka bir sanatçı, başka bir eleştirmen, başka bir mekan, başka bir izleyici/koleksiyoner... ve nihayet başka bir dünya!

Not: Elbette, mesele bu örgütlenmenin nasıl bir ortak bilinç(siyasal ve sanatsal) ile yapılacağını ortaya koymak ve bulunduğumuz koşullar içinde, liberal ekonominin kültür politikalarından bağımsız, ekonomik olarak kendine yetebilen bir yapı ile aşırı demokratik kamusal alanın nasıl kurulabileceğini araştırmaktır. Zaman, yerleştiğimiz çatlaklardan çıkarak “alanlar” yaratma, somut adımlar atma, deneme-yanılma ve bir daha deneme yeniden yanılma zamanıdır...

[1] Art Review: dergisinin Kasım 2007 sayısındaki “En Güçlü 100” (The Power 100) dosyası oldukça ilginç. İçinde sanat aleminde bir yerlere gelmek istiyorsanız nasıl davranmanız gerektiği ilgili dersler de var. Hemen söyleyelim En Güçlü François Pinault(koleksiyoner), 6. sırada En Güçlü -hepimizin bildiği- Damien Hirst, üzülerek, listede Türkiye’den kimsenin olmadığını belirtelim. Bizim için hala biraz zaman var demek oluyor bu.



Art-ist Güncel sanat dergisi sayı: 7, Ocak 2008

Hiç yorum yok: