8 Mayıs 2011 Pazar

'Güvencesiz İşçiler Tugayı'

Burak Delier

http://www.e-flux.com/journal/view/225

Bu yazı e-flux Journal'ın 24. sayısında yayımlandı. 'Güvencesiz İşçiler Tugayı' diye çevirebileceğim 'Precarious Workers Brigade' imzalı. Sanat ve siyaset ilişkisini yeniden düşünmek isteyenler için son derece önemli bir malzeme sunuyor diye düşünüyorum. Yaşanmış bir deneyimin son derece alçakgönüllü bir dil ile anlatılmasının yanında güncel sanatın bazı çıkmazlarına değiniyor. Bizim İstanbul'daki yeni durumumuzu tartışmak ve sanatçı, izleyici, eleştirmen, küratör vs. olarak kurumlar ile girişmemiz gereken müzakere sürecini yüksek bir bahisle başlatmak için de iyi bir giriş metni.

Bunun yanında genel olarak güncel sanatın krizlerini hızlıca ele alıyor: Hiçbir sonuca ulaşmayan 'radikal' tartışmalar, 'araçsallaştıralan siyasal sanat' kavramı, çoğu sanatçının kaçmak istediği ama tutulduğu kurumlar,özellikle sanat alanında geçerli olan iş ile özgürleşme retoriğinin (prodüktvizm mi desek?) yetersiz ama yerinde bir eleştirisi, özneleşmenin beden ve hareket etme tarzlarımız ile ilişkisi...
Bu bahsi şöyle bir anket ile bitirirken başlatalım:

Soru: İstanbul'daki hangi sanat kurumunu işgal etmek isterdiniz?

a) İstanbul Modern
b) Marmara GSF

c) Arter

d) Resim ve Heykel Müzesi

e) Salt

f) Mimar Sinan GSF

g) Aksanat

h) Diğer (Lütfen belirtiniz.)

1 yorum:

onder dedi ki...

Precarious Workers Brigade benim de bir süredir takip ettiğim bir oluşum. Hatta yazmakta olduğum tezde de bir bölümü kaplamış haldeler. Bunun nedeni global kriz sonrası yeniden şekillene devlet-public ve sermaye denklemine kendi durduklar yerden (yada söyle söylemek gerek; kriz sonrası duruma kendini uyarlayan yeni sermaye davranışı ve devletin "zorunlu" olarak uygulamaya koyduğu kesintiler üzerine yapılan eleştirileri bu yeni neoliberal saldırıya yönelen eleştiri ve eylemselliği kendi alanlarına çeviren, ilşikide oldukları kurumlara ve koşullara buradan saldıran) bir eylem ve söylem üretiyorlar. İki önemli nokta var eylemlerini merkezinde bence: birincisi devletin kültür sanat fonlarında yaptığı önemli kesintiler ve olan desteğinin de son derece zevksiz, sonuca odaklı bir fayda retoriğine bağlı üretime olması (turner prize ödüllerine itrazlar yükseliyor bu aralar). Bu mesele önemli çünkü sosyal devlet geleneği olan bir arka plandan gelen bir bakış açısı ile bu kamu fonlarının zaten sanatçılara ait olduğu bu kesintilerin aslında bir hak gaspı olduğu eleştirisi üzerinde yükseltiyorlar eleştirlerini. ( bu hak meselesi bize ne kadar yabancı değil mi?) İkincisi yine bununla ilişkili olarak ortaya çıkıyor. "çalışma koşulları": kriz sonrası iyice yaygınlaşan güvencesiz esnek çalışma koşulları. Aslında bu sanat kurumları için yeni bir uygulama değil. Hatta bu büyük şirketlerin son zamanlarda daha fazla keşfettiği (bu arada bir kaç ay önce mecliste "torba yasa" adıyla tartışılan yasalaşması tepkiler yüzünden seçim sonrasına ertelendi ve sayesinde bu tip güvencesiz ve esnek çalışmanın da yasallaşacak) bu uygulama sanat alanında çoktan uygulanıyordu.
Neyse PWB nin çok basit olarak buradan temellendirdiği bir pozisyonları var. Sordukları birkaç soru var ki gerçekten sanat alanında çalışan bizlerin hiç de yabancısı değil. "pazartesinden pazartesiye çalışıyosun ama hala faturalarını bile ödeyemiyor musun?" "freelancer olmana rağmen kendini free hissedemiyor musun?" talepler ise aşağıda
EQUAL PAY: no more free labour; guaranteed income for all
FREE EDUCATION: all debts and future debts cancelled now
DEMOCRATIC INSTITUTIONS: cut unelected, unaccountable and unmandated leaders
THE COMMONS: shared ownership of space, ideas, and resources

buradan bir sürü şey tartışma çıkar ve çıkarmalıyızda. ama yukarıdaki tartışmaya şuradan bağlamaya çalışıyorum: PWB kendini sistemin dışnda tanımlamıyor. onların söylemi, ürettiğine sahip çıkıyor sanat alanın gerçek sahiplerinin sanat üreticiler olduklarını deklare ediyorlar. O eski marxist sloganı hatırlatıyorlar bana "üreten biziz, yöneten de biz olacağız". eleştiriler sanat üretimin siyasal söyleminden değil daha reel alandan geliyor. ben işin bu "hak" ve "self-determination" kısmını önemsiyorum..

Bu sistemin dışı diye bir yer olduğunu da düşünmüyorum ben. Andrea Frazer’ın dediğine katılmamak elde değil "kurum biziz"
Aanat alanı (Bourdieu) denen yer bir sisteme yani bir kuruma işaret ediyor. Elbette buna karşı saldırılar eleştiriler onu değiştirmeye muktedir olan hareketler işler insanlar var. bu da kurumları bir çatışma alanı ve mücadele alanı olarak konumluyor. "işgal" de burada "sanatsal" bir jest olmasının ötesinde heyecan verici gelmiyor açıkçası. Zaten herkes bu kurumların içinde buralarda üretiyor.Bu kurumları zaten bizim ürettiğimiz anlamını neden çıkarmayalım. yani zaten bizim işgalimiz altında buralar.
Bence sorun bizim bölünmüş kimliklerimiz. yani sanatçı olan kimliğimiz, çalışan olarak kimliğimiz, sisteme muhalif olarak kimliğimiz ve dahası pozisyonlarımız..