12 Temmuz 2012 Perşembe

Gör Dediğimi Gör, Ama Kanma!


Burak Delier

Sendikalı oldukları gerekçesi ile işten çıkarılan Borusan Lojistik işçileri Borusan Kültür ve Sanat Evi’ni işgal ettiler ve toplantı talebinde bulundular. Bundan önce Borusan Holding’in Perili Köşk’te bulunan merkez binası önünde çadır kurmuşlar ve seslerini duyuramamışlardı. Aya İrini’de Borusan Filarmoni orkestrasının konseri öncesi eylem yapmışlar ve yine seslerini duyuramamışlardı. Kültür ve Sanat Evi işgalinden sonra görüşme talepleri kabul edildi. Görüşmeden çıkan kararlara göre, işten çıkartılanların kıdem tazminatları ödenecek ve şirkette çalışmaya devam eden sendika üyeleri üzerindeki baskı kalkacak.[1] İşçiler, Kültür ve Sanat Evi’ni işgal ederek sonuç almış gözüküyorlar. Talep ettiler, karşılanmadı; çeşitli eylemler yaptılar olmadı; en sonunda Kültür Merkezi’ni işgal ettiler, talepleri duyuldu ve amaçlarına ulaştılar.

Şunu da belirtelim, Kültür Merkezi işgal edilirken Mercan Dede ve Carlito Dalceggio’nun “Revolution-Revelation” adlı sergileri sürüyordu. Basın bültenine göre “sergi herkesi içsel bir değişime ve dönüşüme davet ediyor.”[2] İlk başta serginin “devrimi” ile işçilerin eylemi çatışıyor gibi görünse de aralarında gönülsüz bir ilişki var. Bir yanlış yankılanma ile Kültür Merkezi’nin vitrininde yazan “Revolution” kelimesi, işçilerin işgal eyleminden sonra başka bir anlama gelmeye başlıyor, işçiler sergiden ve kurumdan anlamı çalıyorlar. Serginin içe bastırdığı ve tanınmaz kıldığı arzuyu işçiler gerçekleştiriyor diye de okuyabiliriz; sanat ve politik eylem arasında bir etkileşim söz konusu. Sergi ve kurum bastırılmış, ehlileşmiş ve bir fona indirgenmiş olsalar da zımni suç ortakları konumundalar.

Sergi içeriğini, amacını dışarıda bırakarak, genel olarak sanat kurumları bağlamında bu olayı olabilecek en sorunsuz sanat-siyaset ortaklaşmalarından biri olarak okuyorum. Örneğin, Artur Żmijewski’nin 7. Berlin Bienali’nde giriştiği ve daha ölçülü örneklerine çokça şahit olduğumuz, aktivist pratikleri sanat alanına taşıma alışkanlığından çok daha anlamlı ve değerli Borusan işçilerinin yaptığı. Nedeni basit, işgal hareketleri işgal ederken değerliler, sanat alanını bir tartışma, konuşma, aktivizm alanına çevirdiklerinde hem sanat pratiğini anlamsızlaştırıcı bir etki yapıyorlar hem de siyasal öznelik konumlarını yitirip seyirlik nesnelere dönüşüyorlar. İki taraflı bir zayıflama ile sonuçlanıyor bu tür basit taşıma eylemleri. Bu iki ilişki biçimden, Borusan işçilerinin davetsiz işgali sonrası beliren gönülsüz işbirliği ve Berlin Bienali’ndeki davetli işgal tiyatrosundan daha dönüşmüş ve daha dönüştürücü, birbirini besleyen başka türlü bir ortaklaşmaya ihtiyacımız var…

Borusan işçilerinin işgal eyleminin ortaya attığı bir diğer şey de, sanat kurumlarının, sanat söyleminin “özgürlükçü”, “genel solcu” havasından dolayı meşru ve etkili bir eylem alanı sunduklarının ispat edilmesi oldu. Holdingler, şirketler ve genel olarak sermaye bu kurumlar aracılığı ile daha dokunulabilir, kırılgan, nüfuz edilebilir hale geliyorlar. Kamusallık iddiasında bulunuyorsanız, kamusal olan gelip size yerleştiğinde, reddetmek ve kapı dışarı etmek seçeneklerini büyük ölçüde elden çıkartmış oluyorsunuz. (Kapı dışarı edilebilirler elbette ama sonrasında kurumu da, bütün söylemiyle beraber iptal etmek gerekecektir.) Bir holdingin sanat kurumu ne kadar görünür ve kuvvetli ise holding o kadar dokunulabilir hale geliyor. Aslında bu her türlü halkla ilişkiler ve reklam kampanyası için de geçerli. Bu kampanyalarda şirkete giydirilen kostüm belirli bir performansa işaret ettiğinden, holdingin başına bela açabiliyor. Kaldı ki sanat kurumları, her hangi bir halkla ilişkiler ve reklam etkinliğine göre politik doğrucu söylemlerin gırla uçuştuğu açık mekânlar sunuyorlar. Borusan işçilerinin yaptığı sadece yönetimden bu söylemin işaret ettiği “performansı” talep etmek oldu. Kültür kurumları toplumsal hareketler için etkili ve görünür olabilecekleri, söz alabilecekleri bir bağlam sunuyorlar. Belki de Türkiye’de kopmuş olan sanat ve toplumsal hareketler ilişkisi bu şekilde dolaylı, mesafeli ve zımni bir biçimde tekrardan canlanabilir. 

Zucotti Parkı, Kasım 2011.

İşgalin Kültürel Politikası

Peki, bu zımni ve gönülsüz ortaklığın dışında işgal hareketleri ile sanat pratiği arasında nasıl bir etkileşim hayal edilebilir? Nedir işgal jestinin anlamı ve sanat pratiği ile nasıl ilişkilenmeli? İşgal hareketleri içinde birçok kritik tartışma yürütülüyor; bunlardan bir tanesi de, New York’taki hareketin gelişme safhasında ortaya çıkan “talep” tartışması idi. Dört başı mağrur bir toplumsal hareket olacaksanız, programınız, belirli ve makul bir talep listeniz olması gerekir diyen ciddi “politik” sesin baskısı, işgalciler tarafından sırasıyla çok sayıda talebin yarattığı karmaşa, talepsizlik ve gerçekleşme şansı olmayan talepler ile karşılandı. Bu taleplerden biri, bütün döviz ve finansal para işlemlerinden Robin Hood Vergisi adı altında %1 vergi alınmasıydı. Karmaşa, dev talepler, talepsizlik işgal hareketlerinin iktidarın ciddi sesine verdikleri cevaptı. İktidar bu talepleri anlamaya çalışırken, onlar işgal ettikleri meydanlarda, özgür mutfaklar, açık kütüphaneler kuruyorlar, kapitalist olmayan ilişki biçimlerini araştırıyorlar, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın ruh yükseltici etkisini deneyimliyorlardı.

İşgal hareketlerinin talepsizlik, karmaşa ve dev talep taktiklerinin, iktidarın talep tuzağını boşa çıkartan günümüzdeki toplumsal hareketlerin politikalarının kurucu öğesi haline gelmeye başlamasının işareti olduğunu düşünüyorum. Aynı talep etmeme ve karşılık beklemeden gerçekleştirme politikasını Zapatistalar’ın manifestolarında ve pratiklerinde; Kürtlerin iktidarın icazetini beklemeden Kürtçe konuşmaya, köy isimlerini Kürtçe yazmaya başlamalarında, belediyelerin kendi başlarına giriştikleri sosyal çalışmalarda da görmek mümkün. Talebe dayalı bir politika iktidar ile ilişkiyi yeniden tesis eden bir araç ve bu anlamıyla da bir tuzak olarak işliyor. Talep bizatihi toplumsal ve politik hareketin gücünü tekrar iktidara devrediyor. Onun yerine iktidara sunulacak taktik bir talep ya da dev talepler ya da karmaşık talepler özerkleşme ve güçlenme için çok daha elverişli araçlar olarak ortaya çıkıyorlar. Bu taktiksel talepler ya da talepsizlik hem bir direnme siyaseti barındırıyor hem de iktidarın manipülasyonuna fırsat vermeden hayatı şimdi ve burada dönüştürmek için alan ve zaman yaratıyorlar.

Talepsizlik, karmaşa ve dev talep taktikleri sanat pratiğini nasıl dönüştürebilirler? Toplumsal hareketlerin fotoğrafını, videosunu çeken, heykelini yapan, onları Bienal’e davet ederek sanatı da politikayı da anlamsızlaştıran sanat pratiklerindense, nasıl dönüşmüş bir sanat politikası hayal etmeliyiz? Sanat nasıl talep etmez, nasıl karmaşa yaratır ya da dev bir talepte bulunur? Kısacası sanat nasıl bir özerkleşme ve direnme pratiği haline gelir? Bu minvalde “eleştirel” yaklaşımlar anlamlarını ve işlevini yitiriyor gibi. Çünkü eleştiri çoğu zaman-her zaman değil- nesnesini yeniden üretmeye aday. O halde basit eleştirel ve politik sanat örneklerini ötelememiz gerekecek. İzleyiciden hemen tüketeceği bir nesne için dikkat talep etmeyen, izleyici ile bir ilişkiyi kovalamayan, sosyal matrisin çeperinde bulunan pratikleri aramalıyız. O halde “ilişkisel estetik” kavramlaştırmasını da bir kenara koymamız gerekecek. Çünkü parçalanmış toplumsal zeminde kopmuş ilişkiyi onarmaya çalışmıyoruz, dünyadaki meseleler ilişki onararak veya katılımcı sanat pratikleri ile kotarabileceğimiz basitlikte ve hafiflikte değil; aksine güçlü, derin, öznel bir direnme politikasını araştırıyoruz.

Talepsizlik politikası ister istemez bu dünyadan bir kopuş ve başka türlü bir dünyanın oluşturulması pratiğini aynı anda barındırıyor. İşgal etme eyleminde ve işgal edilmiş meydanların fotoğraflarında da bunu görüyoruz. Sadece işgal etmiyorlar, tıpkı Hakim Bey’in geçici özerk bölgeler tanımlamasında olduğu gibi, dışarıdaki göz ile ilişkileri sorunlu, kolayca okunamıyorlar, ancak içine girilip deneyimlenecek mekanlar bunlar. İçeridekileri, niyetleri, amaçlarını, anlamlarını –program ve talep listeleri şeklinde- kolayca ele vermeyen, belki de belirli bir niyeti olmayan, çelişkiler ve karmaşa ile dolu, labirentimsi, dolayısıyla iktidarın rasyonel gözü için sessiz bir engelle kapatılmış, fakat aşağıdan temas etmek, yatay bir ilişki kurmak isteyenler için ise olabildiğine açık ve sonsuz mekânlar olarak kurulmuşlar. Dolayısıyla bizim izleyici ile kuracağımız ilişki de dolaylı ve aşağıdan gelişmeli, kendini açık etmeyen gizli bir dil ve anlaşma gibi kurulmalı.

Oysa bugün böyle bir kültür ve sanat politikası tamamen geçersizleşmiş gözüküyor. Her Bienal, her sergi, her sanat kurumu toplumsal sorunları hedeflediğini söyleyerek kendini meşrulaştırmaya çalışıyor. Günümüzde güncel sanat alanında birçok örneğini gördüğümüz, adı konmuş toplumsal ve siyasal meseleleri hedef alan (kimlik, toplumsal eşitsizlik, tarih okumaları, aktivist ve propagandist yaklaşımlar vs.) ve belirli bir eleştiri geliştirerek ilişki kurmaya çalışan sanat ve kültür üretimleri aslında bizzat kendi arzularının, etkili, güçlü ve direngen bir olanak yaratma potansiyellerinin altını oymaktalar. İktidara tavsiyeler, öğütler, yeni bilgiler sunan baş danışman figürü beliriyor imgelemimde…  Belki de günümüzdeki kültür dünyasının temel başarısızlığı ilişki kurmak, topluma ve yönetime anlamlı bir katkı yapmak niyetinden kaynaklanıyor.

Paradoksal gözükse de, toplumsal eşitsizliği hedefleyen ve adalet arayışı ile tanımlanan işgal hareketlerinin talepsizlik politikalarından çıkarak, “aktivist” bir sanat pratiğinin tam da eleştirisini ve sözünü saklaması gerektiğine, ancak bu şekilde direngen bir tavır geliştirebileceğine vardık. Elbette bu ancak içselleştirişmiş normalliğin gözünden paradoksal. Yoksa bizim çarpık bakışımızla anlamsız, amaçsız ve soğuk gözüken her şey yeni bir enerji ile ışıldıyor…

Son bir paragraf ekleme ihtiyacı hissediyorum. Tarif ettiğim kültür ve sanat politikası birçok kanaldan Greenberg’ün kitcsh’e karşı savunduğu modernist sanat anlayışını ve Adorno’nun her türlü ilişkilenmeyi reddeden, içsel olarak tutarlı ve estetik açıdan doyurucu her yapıtı dünya ile uzlaşma sayan tavırları ile yankılanıyor. Sanatın seküler bir din ve “yaratıcı bir endüstri” haline geldiği günümüzde belki de bu “asık suratlı” ve tükenmiş gözüken modernist teorileri talepsizlik(ya da dev ve karmaşık talep) politikası ile beraber düşünerek -ve elbette formalizme saplanmadan- gücelleştirmemiz gerekecek.


[1] http://www.bianet.org/bianet/toplum/139612-borusan-holding-sendikaya-evet-demek-zorunda-kaldi?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter
[2] http://www.borusansanat.com/__BasinOdasi/NewsDetail.aspx?ID=54&ln=tr

3 yorum:

antonio cosentino dedi ki...

Bu durumda işçilerin eylemi ile içerideki serginin içeriği arasında hem asimetrik hemde senin söylediğin gibi gönülsüz bir simetride oluşmuş. Şirketin girişmiş olduğu kurumsal faliyetin 'sanat' alanında olması prestij kaybının sınırlarını görünür olarak genişleteceğinden ,oluşan taleplere cevap verme zorunluluğu oluşmuş. ilginç bir kesişme,

Adsız dedi ki...

Çok iyi bir yazı olmuş.
Bugün bildik ucuz yöntemlerle gösterge manipülasyonu yapan herkes politik sanat yaptığını iddia ediyor.
Kullanılan yöntemleri sıraya dizmek dahi mümkün.
Bunda özellikle 90 sonrası kendini utanmadan minör ilan eden fakat büyük bir hegamonya kurmuş ve sadece gündelik hayat ve gündelik politika üzerine işler üreten sanat dalgasının etkisi büyük.
Okullarda dahi akademisyenler bu dalga üzerinden öğrencilerin üzerinde baskı kuruyor, yapılan her eylem spesifik alanların reçeteleriyle güvenli ve kabul görmüş bir anlam alanına sokuluyor.Bunu yapmadığınız taktirde formalist ilan ediliyorsunuz. Oysaki yapısalcı bir göstergebilim ve iletişim teorisi üzerinden sanat yapmak ne sanatı ne de politikayı değiştirir. Zorunlu olarak tanımlıdır ve kuralları bellidir. Bilimden de bildiğimiz gibi yeni inşa ilkeleri koyamadıkça boşa laf söylersiniz.
Özellikle son üç paragrafında değindiğin üzere aynı eleştiriyi aktivizm ve sanat arasındaki ilişkiye de yöneltmek gerekiyor.
Bu kavramsal sanatçıların dil felsefeci çözümlemeyi yöntem olarak kullanıp, biz felsefe yapmıyoruz sanat yapıyoruz demesine benzetilebilir.
Son olarak belki senin gibi düşünen sanatçılar hangi alanlarda çalışıyorlarsa çalışsınlar artist statementlara, sosyal bilimlerden araklanmış kavramlarla sınırlı sergileme metinlerine ve klişe başlıklarda açılan etkinlik isimlerine toplu olarak karşı çıkarak ve talepleri redderedek işe başlayabilir? Bunun ardından sunum ve teşhircilik üzerine çalışılabilir...

Burak Delier dedi ki...

ben de yazdıktan sonra fark ediyorum bazı şeyleri... 'İşgalin Kültürel Poltikası' diye tarif ettiğim şey geliştirmeye değer gözüküyor. Çokça tartışılan sanat-sermaye ilişkisine buradan yaklaşmak da ilginç olacak. Belki de, bir tür işgal mekanlarının estetik okumasına girişmeli. Nedir bu mekanların 'estetik' olarak bize söylediği? Adorno'nun melankolisi ile oluştırduğu tezatlık ne anlama geliyor? Dönüp durmalı buralarda...