3 Temmuz 2013 Çarşamba

DAĞILIN LAN DAĞILIN LAN DAĞILIN[1]


GEZİ'DEN DOĞAN SİYASİ İTAATSİZLİK SANATTA SİYASETİN ÖNÜNÜ NASIL AÇTI.
Burak Delier - Süreyyya Evren

 "Serbest Vuruş" Cengiz Tekin, Fotoğraf, 2005

Gezi’den sonra her şey değişti, kavramlar, insanlara bakış, olasılıklar, analizler, hatta insanların yürüyüşleri bile[2]! Bütün konuların yeniden ele alınması ihtiyacı hissediliyor. Sanat, hayat ve devrim temalarını kateden, kısa bir süre önce yazdığımız İyi de Bana Ne[3] adlı yazımızı da bu vesileyle tekrar gözden geçirelim, Gezi'nin  damardan girdiği meseleler arasında yer alan sanat-hayat-devrim'e topluca bir kez daha bakalım dedik. Tabii, Gezi ruhunun da etkisiyle, toparlayıcı her şeyi ele alan bir yazıdan çok meselenin içinden konuşan ve ucu-açık, devamı gelmek üzere yazılmış bir yazı olarak bakılabilir. 

Tespit edebildiğimiz birkaç ana sorunsalı not ederek başlayalım. Gezi yaratıcılığın, hem de sanatsal ve isyankar yaratıcılığın patladığı bir moment yarattı Türkiye tarihinde. Mizahçılar ve sanatçılardan çok daha komik ve çok daha yaratıcı anonim işler dolaşıma girdi. Bu nasıl oldu, bunlar kim gibi sorular kadar şu sorular da hemen soruldu.

1)Gezi'den sonra mizah mümkün mü? Şimdi ne esprisi yapacaklar karikatüristler? Ve bizi daha fazla ilgilendiren kısmı sorunun: Gezi'den sonra sanat mümkün mü? Şimdi ne performansı yapacak sanatçılar?

2)Yukarıdaki sorunun bir versiyonu diye bakılabilir ama ayrıca çok sorulduğu için belirtmek lazım. Devrimde hayat sanat oluyorsa devrimde sanata gerek kalmıyor denebilir mi? Bunun bir simgesi olarak devrim varsa bienale gerek var mı, devrim bienalin yerini tutmuştur, devrim olduğu sürece bienale, sergiye, müzeye, galeriye gerek yoktur denebilir mi? Herkes sanat yapabiliyorsa sanatçıya, herkes 'faşizme karşı bacak omuza' diye slogan atabiliyorsa Met-Üst'e ne gerek var? Özellikle de bu sene gerçekleşecek olan İstanbul Bienali'nin meselesi kamusal sanat olarak ilan edilmiş gibi göründüğüne göre kamusal sanat böylesine almış yürümüşken ve kendiliğinden zirvesini bulmuşken herhangi bir büyük serginin kamusal sanatla ilgilenmesine gerek kaldı mı?

3)Hangi politika? Hangi politik sanat? Nasıl bir 'politikası olan sanat'? Bu sorulara Gezi'den çıkan yanıtlar nelerdir? Özgürlükçü sol ortodoks sol ayrımı devrede mi? Aşağıdan aktivizm, lidersiz kendiliğinden eylem ile partiler, programlar, liderler, merkez komiteler, kadrolar arasındaki ayrım Gezi pratiğinden sonra siyasi sanata, sanatla siyasete nasıl yansıyacak? 1 Mayıs 2012'de Taksim Meydanı'nda görkemli törenlerini gerçekleştiren partiler mi ve yukarıdan aşağıya kararlar mı, Haziran 2013'de bütün şehrin ve giderek ülkenin parklarına yayılan forumlar ve aşağıdan kararlar mı gibisinden sorular sanatı nasıl dönüştürecek?

Gezi’den sonra tekrar sanat-siyaset tartışmalarına döndüğümüzde hiçbir şey olmamış gibi aynı pozisyonların savunulması imkansız. Aktivizm ile sanat arasındaki bağı halk aşağıdan yeniden tanımladı. Kendini aktivizmin aracısı, yetkili bayii ilan etmiş kendinden menkul kim varsa halk yetkisini elinden aldı ve sanatla eylemi yeniden birlikte çattı. Bundan sonra eylemlerden sanatı atmak, eylemlerden ironiyi atmak, mizahı atmak, hele ki sanattan siyaseti atmak her şeyi kendisine yazıldığı ölçüde önemseyen kariyerist aktivistler için çok zor olacak.

Gezi sanata, sanat üretimine ve sanat siyaset ilişkisine ciddi etkiler yaptı bile, orada da bir dil dönüşümünü tetikledi. Buna adapte olmak için sürekli yazmak, konuşmak, eylemek gerekiyor. Gezi ruhunun bir parçası da bu değil miydi, herkes durmaksızın konuştu, ve hiç olmadığı kadar dinledi! Gezi'de bir siyasi itaatsizlik vardı. Siyasi itaatsizlik siyasi sanata karşı da bir itaatsizlikle birleşti. Gezi direnişi elbette içiçe geçmiş çok sayıda sivil itaatsizlik örneği içerdi. Ama ayrıca son derece güçlü bir de siyasi itaatsizlik sergiliyor. Siyasi itaatsizlik, Bernard Harcourt'un tanımlamasıyla kullanacak olursak "kolektif imgelememizi domine eden ideolojik arkaplanın kökten reddi"[4]dir. Gezi, konvansiyonel politik aklı, söylemleri ve stratejileri de reddediyor. Böylece siyasi dilin hiç içinde olmayan bir dil gelişiyor. Bu dil sadece iktidar için değil muhalefet için de şaşırtıcıdır. Muhalefet derken sadece CHP gibi merkez sol partiler için değil tüm sosyalist partiler, sendikalar ve radikal sol için de şaşırtıcı, beklenmedik olmuştur. Mizah, farklı görsel dil ve farklı bir slogan/grafiti dili küfürlerle karışarak kendini ifade etti. Bu dil sadece bir farklılık değil aynı zamanda da bir siyasi itaatsizlikti. "Duvara 'haklıyız kazanacağız' yazmayı reddediyorum!" demenin de bir yoluydu aynı duvara "Diren Iphone Şarjı" yazmak. "'Kahrolsun faşist devlet' yazmayı reddediyorum!" demenin bir yoluydu "kahrolsun bağzı şeyler". Böylece iktidarın ve muhalefetin (hem parlamenter hem radikal muhalefetin) ortak yürüttükleri siyaset diline boyun eğmiyoruz, denmiş oldu. Bir süre önce Salt'taki Duvar Resminden Korkuyorlar sergisini protesto etmek isteyenler duvarlara “Bitmedi! Hala Korkuyorsunuz”, “Biz Hala Örgütlüyüz”, “Barbarları Beklerken" gibi sloganlar yazmışlardı[5]. Gezi isyancıları Salt'taki sergiyi protesto edecek olsalardı önce direnduvar diye hashtag açılır, "Kahrolsun Bağzı Sanatlar",  "Kahrolsun Bağzı Galeriler" yazılırdı. Liderler, hareket önderi havaları görünmez, protesto kendiliğinden gelişirdi. "Niye Dış Duvarı Kullanmadınız?" diye sorulurdu. Şu anda bizim erişemeyeceğimiz bir yaratıcılıkla "Duvara Biz Hala Örgütlüyüz' yazmayı reddediyorum" anlamını içeren sloganlar kullanılırdı. Unutmayalım, söz Aşk Örgütlenmektir olacak, Aşk Örgüttür değil. Özetle, ezbere kalıp siyasi sloganlarla kendine rant sağlamaya çalışanlar gider, hayatı dönüştürmek isteyen, güncel sanatın ironisini ve mizahın doğrudan esprilerini kullanan bir dil gelirdi. Anonim ve otonom.  Siyasi sanata karşı siyaseten itaatsiz siyaseti olan sanat.

İşin ilginci, 'Biz Hala Örgütlüyüz' diyenler, '1970'lerin belirli bir mirasının bugünkü temsilcisi benim, sen aradan çekil' demek için oradaydılar. Gezi ise kendi kendinin temsilcisi köksüz bir kuşağa dayanıyor. 'Ben kendimin temsilcisiyim, esas sen aradan çekil' dediler, hem iktidarı tekeline alanlara, kurumlara, sponsorlara, şirketlere, hem de muhalefeti tekeline alanlara, partilere, kendinden menkul aracılara. 

İKİ SOMUT SONUÇ: SİYASETEN AKTİF YENİ SANATÇILAR VE GALERİLER

Gezi'nin sanat dünyasında çok yakında görmeye başlayacağımız iki çok somut sonucu:

a)İşlerinde politik içerimlere önem veren güncel sanatçılarda artış olacak. Kitlesizlik, özendirici hiçbir karşılığın alınamaması, dahası klasik sol öğelerin sanattaki her politik çıkışı "politika alanının tekeli bizde, siz de kim oluyorsunuz" diyerek susturmaları herkesi geri itmişti. Aşırı bir öznelleşme görülüyordu güncel sanatçılarda[6]. Siyasetle hemhal işleriyle dikkat çeken yeni genç sanatçılar gelmediği gibi mevcut sanatçılarda da fazlasıyla çiçek böcek eğilimi hakimdi[7]. Bu değişecek. Siyasi mesajlı işler geliyor! Mesaj kaygısı taşıyan işler! Diren İphone Şarjı ne kadar mesaj kaygısı taşıyan bir grafiti ise o kadar, Diren Antrikot ne kadar mesaj kaygısı taşıyorsa o kadar -yani fulllü. Ve kendiliğinden olanlar hep açık-uçlu, aşağıdan, yatay! Aracılara ve kurumlara değil eylemciler arası temasa önem verilecek.

2)Düne kadar neredeyse sadece kurumsal galeriler politik sergilere odaklanıyordu. Sayıları artan bağımsız sanat galerileri büyük ölçüde politikayla ilgili sanatı terketmişlerdi[8]. Şimdi Gezi'den sonra galeriler de geri dönecek. Her iki geri dönüşte de aynı sebep var: kadrolu solun istemediği bir siyaseti güncel sanatla yaptığınızda reddediliyordunuz ve politik etkisi olmasını engelliyorlardı. Ama şimdi bu engeli aşmış bir kitle var. Bu kitle genç de bir kitle üstelik. Sanata ve mizaha açık. Bu kitleye seslenebilmek için de kimseden icazet almak, kimseden onay almak gerekmiyor. Hiç bir örgütü takmadan aşkla örgütlenen bir kitle. Bu da herkes için imkanların sonsuzlaşması demek...

Gezi ile güncel sanatın kesiştiği yerlerin çokluğu herkesin dikkatini çekti. Ancak nasıl yıllardır tüm dünyadaki aşağıdan ayaklanmaları, Mısır'daki, Tunus'taki aşağıdan devrimleri 'Facebook devrimi' diye, 'Twitter devrimi' diye küçümsedilerse, örgütsüz dünyanın neresinde ayaklanma olsa yerin dibine soktularsa, dış mihrakların parmağını iktidarlardan önce aradılarsa ama sonra Gezi ile Facebook ve Twitter'ın devrimci araçlar olarak kullanımının tam ortasında kalınca diyecek birşey bulamadılarsa ve de kendiliğinden ve aşağıdan hareketlere kimin dış mihrak yakıştırmasını yapmak durumunda olduğu gerçeğiyle yüzleştilerse, aynı şekilde ironiyle bezenmiş güncel sanata karşı argümanları da Gezi ile bir hamlede susturuldu. Gezi direnişi boyunca kullanılan mizahi dil, alternatif ilişkilere yapılan vurgu, siyasi dile karşı geliştirilen itaatsizlik tam da güncel sanatın yıllardır eleştirilen nitelikleriydi. Güncel sanatta kullanılan mizahi dil ve görsellerin “karikatür”, “tek vuruşluk işler” denilerek küçümsenmesinin üzerinden o kadar da geçmedi. Çarşaf çarşaf güncel sanattaki ironik siyasi eleştirellik yerildi. Özellikle ironik olduğu için hedefe kondu. Aynı isimleri Haziran sürecinde Gezi'deki siyasetin ironiyi kullanmasını yererken göremedik tabii. Şimdi saklanma zamanı dediler. Mizah demişken, küçük bir not: Cengiz Tekinler haklıymış, Batman haklıymış, Diyarbakır haklıymış. Yıllardır yapılan ironik sanat işleri tam 12'den vuruyormuş, bunların ironisine laf edenler Türkiye tarihinin en büyük aşağıdan ayaklanması sokakları kavururken bir kenarda söylenenlermiş. Gezi gençlerinin güncel sanatın ve mizahın dilinden kalkan dillerle isyan etmeleri bu konuda epey bir tartışmayı da yerli yerine oturttu[9].

DEVRİMDE HAYAT SANAT OLUNCA

Bir önceki yazımızda, İyi de Banane'de, devrimde yaşam sanat olunca sanata sanat olarak gerek kalmayabilir dediğimizde yadırgayanlar olmuştu. Nasıl yani, sanat nereye gidiyor, yaşam nasıl sanat olacak vs. Ne kadar kısa sürede bu soruya cevap vermek gereksiz oldu! Üstelik orada yaşamın sanat olmasının tepeden inme versiyonlarına karşı da uyarmıştık. Sözgelimi Stalin'in tüm SSCB'yi kişisel enstelasyonu gibi görmesinin de bir tür yaşamın sanat olması olarak okunabildiğini ama böylesi hallerde yaşamın pek de keyifli olmadığını anmıştık. Türkiye ve özellikle İstanbul da aynı günlerde giderek Başbakan'ın enstelasyonu gibi olmaya başladı. Çılgın projeler, oradan oraya savrulan insanlar, kesilen ağaçlar, değiştirilen kentlerle. Öte yandan Gezi süreci, yaşam aşağıdan sanat haline getirildiğinde ortaya çıkanın tadından yenmez birşey oluverdiğini hepimize gösterdi. Özellikle Taksim Komünü günlerinde sanata dönüşen yaşam katılan herkes için ve katılan herkes sayesinde muhteşemdi. Toplumsal hayatı bir malzeme gibi görüp bu malzemeyi istediği gibi şekillendiren belirli bir toplum mühendisinin, diktatörün ya da çeşitli profesyonel aracıların sanatı mı yoksa forumların, halkın veya teker teker kişilerin aşağıdan sanatı mı?

Gezi ilk andan itibaren müzikle içiçe oldu. Pankartlar ve yazılamalardaki orijinal dil ile sürekli şiire gözkırptı, ufuk açtı. Bunda Adbusters tarzı bir hava da elbet vardı. Çok sayıda reklamcı bu eylemlerde bilfiil yeraldı elbet, 90'larda reklamcılar hakkında söylediklerimizi de ne yapacağımızı bilemedik, ama daha da ilginci nasıl Adbusters Occupy'a giden yolda ilanları, reklam dilini tersine çevirip devrimci bir dil haline dönüştürdüyse, ve bunda 'reklam sloganı'nın, tek vuruşla anlatmanın ve çengel atmanın önemi büyükse, Gezi'de de yoğun bir tersine çevirme yaşandı. Ama en unutulmazı Taksim Komünü günleriydi. Bir kere diyelim 1 Mayıs 2012'de olduğu gibi merkezi bir ses sitemi tek bir program tek bir akış olmadığı için aynı anda Gezi ve Taksim'de 10 farklı noktada 10 farklı müzik yükselebiliyordu. Belki daha fazla. Kimi canlı kimi banttan. Banttan olanlar ve en güçlü kolonlar yüksek sesler genelde meydandaydı. 

Direnadam bir performans sanatçısı olarak kalktı ve tek başına düşüş halindeki bir toplumsal devrimi bir performans ortaya koyarak diriltti, kendine getirdi ve yeniden raya soktu. Slogan atarak, bağırarak, partiye girerek, devrimciler için afiş hazırlayarak falan değil. Performans yaparak.

Bu arada, hep sanatçıları devrimciler için afiş hazırlama işinde kullanma fantezisi vardı solda, bu durum da tersine döndü: afişleri, yazılamaları, duvar resimlerini sanatçılar ve diğerleri kadrolar veya devrimciler için vs değil bizzat devrim için, dönüşüm için, özgürleşme için birbiri ardına ve kimseye sormadan yapıyorlarmış zaten bir devrimci an olduğunda!

Mesela Gezi sırasında halka karışıp sokaklara müdahale etmeyi reddedip sendikalara sadık kalan, DİSK için afiş hazırlamaya gönüllü olan bir sanatçı hayal edelim. 17 Haziran günü, 5 ya da 6 dakikalık yürüyüşten sonra DİSK eve dönerken devrimci sanatçı da afişlerini, malzemelerini toplayıp sendikaya dönecek, yolda karşılaştığı 'apolitik' ve örgütsüz -Taksim Meydanı'na doğru gitmekte olan- bir performans sanatçısına da burun kıvırarak bakacaktı belki. Heyhat!

 
"Perde Arkası" Cengiz Tekin, Fotoğraf, 2003

Demek ki mesele sanatçıları hizmete alıp merkezi kararlarla belirlenen devrimci mottoları 'güzel sunma' işinde askerleştirmek değil, devrimcisiz devrimlerde herkesin içindeki sanatçıya sanatçıların dahil olmalarıymış, katkı yapmalarıymış, form, yordam taşımaları ve önaçmakta ellerinden geleni yapmalarıymış. bunun için de bir formüle gerek yokmuş.

Ters çevrilen arabayı kim ne zaman Yoko Ono'nun dilek ağaçlarına benzeyen ama Eyüp Sultan'a da benzeyen bir estetiğe büründürdü? Normal sol yazılama dili tanıtım merkezli. Ben buradaydım, ben şuyum, markamızın sloganı da bu. (Bu anlamda, 'katı  reklamcılar'). Eğer bu arabaları onlar devirseydi üzerlerine başharfler, kendi başına bir anlamı kalmamış ama bir yerlere işaret eden sloganlar gömeceklerdi.
 
Bu arada, elde veri olmadığı ve olamayacağı için referans verilerek yazması güç bir gerçek de şu ki 28 Mayıs'tan itibaren Gezi sanatçı kaynıyordu. Sinemacılar, tiyatrocular, performans sanatçıları, operacılar ve güncel sanatçılar. Öyle ki ilk günlerde, kalabalık da fazla değilken, Gezi'ye gittiğinizde bir güncel sanat sergisi açılışına gitmişsiniz gibi oluyordu, herkesi görüyordunuz. Daha sonraki süreçte de sanatçılar anonimlik ruhu içinde bir sürü şeyle ilgilendiler. Bunların bir kısmına sonra değineceğiz.

Occupy Wall Street'in doğuşunda da Yunanistan'dan New York'a gelmiş aktivist bir performans sanatçısının oynadığı çarpıcı rolü okumak için David Graeber'in OWS'nin doğuşunu ve ilkelerini anlattığı kitabına bakmak yeterli[10].

Güncel sanata ironiye laf edip duranlar Gezi direnişi tarafından tarihe kaldırıldılar. Sanatçılar zaten siyasi itaatsizdi, siyasi iş yapan sanatçılar hazır siyaset dilini kullanmıyorlardı. Mevcut sosyalist partilerin falan da hoşuna gitmiyorlardı tabii. Öte yandan yeni sanatçıları politik sanatçı olmaktan uzak tutan temel şeylerden biri bir karşılığı olmamasıydı. Politik kimseler, gruplar, güncel sanatın, ironinin, politik değerini reddediyorlar, türlü kampanyalarla etkisizleştirmeye çalışıyorlardı.

Şimdi bu çok zor.

DEVRİM ZAMANI -SANAT ZAMANI

Gezi Direnişinin kullandığı sloganlar, şiirin slogan –ya da “yeni slogan” diyelim- ile ilişkisini tartışmak için oldukça verimli bir zemin sunuyor. Şiir bu sloganlarla yarışmaz ama onları görebilir, onlar üzerine düşünebilir, kendi slogan karşıtlığını tekrar ele alabilir ve bu zemin üzerinden ürünler verebilir. Bu ürünler eylemcilerin, protestocuların zihinlerinde kalır, izler bırakır ve yine bir ayaklanma söz konusu olduğunda yeniden yorumlanarak etkinleştirilir.

Sanat için de aynı dinamik geçerli. İstanbul Bienalleri ve güncel sanat alanında son yıllarda gerçekleştirilmiş çeşitli kamusal, katılımcı, ilişkisel işler “Gezi fikrini” içlerinde taşırlar, ama elbette Gezi’yi gerçekleştirme kapasitesinden yoksunlardır. Sanat normalde bir kabus olan gündelik hayatımızın akışı içinde bu ütopik fikri içinde taşır ve bize onu hatırlatır.

Gündelik zaman, devrim zamanı ve sanat zamanı arasındaki ilişkiyi şöyle özetleyebiliriz. Gezi, Tahrir, OWS tarzı aşağıdan ayaklanmalar özel bir zaman yaratıyorlar. buna 'devrim zamanı' diyelim. Taksim Komünü'nde geçirilen 2 hafta asla 2 hafta değildi. Başka bir zaman geçerliydi. Sadece algı açısından değil, davranışların da başkalığını gözlemledik. Olanaklarını, olasılıkların sınırsızlığını. Gündelik zamandan kopulmuştu. Sanatçı işte normal zamanlarda kendi ayrı zamanını aratarak çalışan kişi olarak belirdi. Sanki her an Gezi varmış gibi hayali bir zamanda yaşayan ve üreten kişi. Can Altay'ın Park: Bir İhtimal işine mesela daha geri döneceğiz, kesinlikle düşünmek gereken bir örnek. Gezi'ye iki adım uzaklıkta, sanki bir Gezi ön-modellemesi gibi bir iş. Sanatçılar, formlar atıyorlar ortaya, denemeler, seçenekler, olasılıklar, nüveler. İşin ismi de çok isabetli: Park, Bir İhtimal gerçekten de. 

Gezi'de patlayan yaratıcılık her an ve her yerde kendini gösteremiyor. Ele geçirilmiş mekana ve/veya zamana öncelikle gereksiniyor. Taksim Komünü günlerinde o yüzden patladı. Orası halkındı ve halk tüm yaratıcılığını gencinden yaşlısına özgürce patlattı. Ama aynı anda Ümraniye sokaklarında aynı yaratıcılık dışavurulamıyordu. Daha beteri, biraz ilerleyip Nişantaşı'na geldiğinizde de sokaklarda öyle bir yaratıcılık patlaması yoktu. Halk kendi kendine bir sahne yaratmıştı Taksim Komünü'nde. (Duranadamın da Taksim Meydanı'nın o an için herkesin gözünü çevirdiği bir sahne olduğunu farketmesini, DHA kameralarının çektiği yeri hesaplayıp harekete geçmesini akılda tutalım. Sahne, mevcut iktidar-siyaset gösterisinin tersine çevrilmesi için kullanılan bir aşağıdan sahneye dönüştürüldü böylece.)

Sanatçı her gününü sanki ayaklanma ve direniş zamanındaymış gibi yaşar. Sokaklara, meydanlara, parklara çeşitli performansların gerçekleşeceği, bir yerleştirme yapacağı, bir görsel paylaşacağı potansiyel yerler, sahneler olarak bakar. Bu anlamda sanatçı figür Gezi zamanını, kapitalin akışının ve ritminin belirlediği gündelik hayata taşırır. İsyan gerçekleştiğinde, yani hayat sanat olduğunda, sanatçının jestleri hiç olmadıkları kadar faydalı, gerekli hale gelir, çünkü devrim zamanı sanat zamanına benzer, veya sanat zamanı devrim zamanının devrim olmadan hayal edilmesiyle kurulur diyelim. Ortada başka bir ritim, yoğunluk ve ton vardır.

Eğer sanat ile aktivizm faaliyetini beraber düşüneceksek Gezi deneyimi önemli bir örnektir. Hangimiz Gezi’de 20 gün geçirdiğimizi söyleyebiliriz? 20 isyan günü, 20 gün değildir, daha fazlasıdır, başka bir şeydir. Sanat da böyle çalışır, hayatın ritmini askıya alır ve başka bir akış, başka bir zaman yaratır ve haliyle bize hayatın, hayatı örgütleyenlerinkinden başka bir ritmi olabileceğini hatırlatır.

Zaman meselesi “Occupy” hareketleri için kritik önemde. Fiziksel bir mekan geri alınıyor elbet ama isyanlar genelde hep gün sayılarıyla anılıyor. Tahrir 21 gün, Wall Street şu kadar gün gibi. Gün sayılarıyla anmak yanıltıcı, çünkü aslen isyan zamanının özelliği sayılamamasında yatıyor. İktidar günleri, saatleri, haftaları sayarken ve “vakit nakittir” şiarıyla hareket ederken, isyan sayılamayan bir zamanı işgal ediyor. Tabii “işgal” de aslen tartışmalı. Çünkü asıl işgal eden şirketler, devlet, kapitalizm vs. biz onlardan geri alıyoruz. 

OCCUPY GEZİ GEZİ'Yİ İŞGAL ET DİYE NEDEN ÇEVRİLMEDİ?

Nedense biz Türkçe'de işgal sözcüğünü kullanmadık, sevmiyoruz. Occupy Gezi diyoruz, Occupy Taksim, Occupy Istanbul diyoruz ama özenle Türkçeye çevirmiyoruz. Taksim'i İşgal Et demiyoruz mesela. Gezi İşgali demiyoruz. Açıkçası Taksim'i bir işgalden geri alma havası o kadar hakim ki, parkı talanın işgalinden hayat adına geri alma, rantın işgalinden geri alma havası öyle önde ki, kimse kendisini işgalci olarak görmüyor ama herkes hayatı geri alan olarak görüyor.

Öyleyse biz de şöyle değiştirelim: Gezi İştigali, Taksim İştigali, İstanbul İştigali, giderek Kuğulu İştigali, Espark İştigali... Eskiden sorarlardı ya: "Ne ile iştigal ediyorsunuz?" 28 Mayıs'tan beri yaygın cevap şu değil mi: "Gezi ile iştigal ediyorum!" Direniş bu haliyle bir kariyer değil, liderlerin yokluğunda hiyerarşilerin yokluğunda herkes için bir uğraş, bir sürekli meşguliyet.

"Çok yoğunum bu hafta buluşmayalım," değil, "çok meşgulüm, bu hafta her gün görüşebiliriz! Gezi'de, Kuğulu'da, forumda buluşalım!"

Birlikte kendimize meşgaleler, uğraşlar yarattık, yaratıyoruz. Ama bu kez oyalanmak için değil gerçekten fark eden şeyler için. O yüzden OccupyGezi Gezi'yi İşgal Et değil, o yüzden Gezi polis kontrolünde olduğunda kimse giremiyor ve dört tarafı nöbetçilerce ve kordonlarla sarılı oluyor ama Gezi halk kontrolünde olduğunda her dileyen özgürce girebiliyor ve orada zaman geçirebiliyor, kendisine dilediğinde meşgaleler yaratabiliyor! O yüzden Gezi'de herkes bir şeyler uğraşıyordu. Bir Occupy Wall Street eylemcisi "işimi kaybettim ama bir meşgale buldum" ("I lost my job but I found an occupation") demiş, meşgale/occupation, işgal/occupy sözcüklerine gönderme yaparak.

Burası önemli, kimsenin zamanının olmadığı, her şeyin hızla ve hırsla aktığı bir zamandan herkesin zamanının olduğu, bir nevi kendi zamanını geri aldığı, işgal ettiği bir an yaratıyor isyan. İsyan yavaşlamayı merak edenlerden oluşuyor. Sanatın nasıl hayatı işgal edebileceğine dair bir öneri de burada yatıyor. Uzun zaman isteyen işler, bir videoya maksimum 1,5dk. dikkatimizi verebildiğimiz günlerde uzun zamanlı filmler, izleyiciden kendisine zaman ayırması talep eden ürünler ortaya çıkarmalı. Duran adam eylemi de bu bakışla okunabilir. Sonrasında insanlar birer saat durarak eylemi çoğalttılar ama duran adam sekiz saat durmuştu ve polis tehdidi olmasa daha da duracaktı. Bir mekanı almanın sırrı ilk önce kendi zamanımızı vermekten geçiyor. Dünyada son yıllarda etkili olan hareketlerin hepsi aynı yaklaşımı kullanıyorlar. Bu önceden belirlenmiş bir strateji değil, hayatı biçimlendirmeyi, başka türlü ilişkiler kurmayı hedefleyen her yaklaşımın ortak akılla uyguladığı, kapitalin asıl olarak zamanı planlayarak işlediği ve bizi hızla işe koştuğu bir bağlamda ortaya çıkan ve zamana talip olan bir yönelim. İşin başka bir ilginç tarafı da zamanı aldığımızda, zamanın ne kadar sonsuzlaşabileceğini fark ediyoruz.

Öncelik, sonralık ve ilerleme mantığından bağımsızlaştığında an sonsuzlaşıyor ve çoğalıyor. Gezi parkında ne olduğuna kolayca el koyulmamasının, sıraya sokulamamasının altında bu sonsuzluk ve çoğalma yatıyor. Hiç kimse kavrayamayacak ne olduğunu, hiç kimse sayamayacak kaç gün olduğunu…

Buradan sanat faaliyetinin ne olmasına, direnen bir sanatın nasıl olabileceğine dair bir çerçevenin ortaya çıkabileceğini düşünüyoruz.    
 
ŞİMDİ SORUYA DÖNELİM: GEZİ'DEN SONRA BİENAL'E GEREK VAR MI?

Şimdi soruya dönelim: Gezi’den sonra Bienal’e gerek var mı? Film festivali de Caz Festivali de Bienal de İKSV'nin kendi kendisine ihtiyaç varsayıp başlattığı etkinlikler, zaten halk oylamasıyla çağırılmış etkinlikler değil. Belediyenin kurumları da değil. Bienal kendi bilir nasıl devam edeceğini, küratörler, sanatçılar kendileri bilirler katılıp katılmayacaklarını nasıl katılacaklarını, izleyiciler kendileri bilirler gidip takip mi edecekler OccupyMuseums hareketindeki gibi işgal edip içinde tartışmalar forumlar mı organize edecekler, yoksa slogan atıp kendi kendilerinin reklamını yapıp dağılan bir grup mu öne çıkacak. Bizim ilgilendiğimiz şu: ister bienal içinde olsun ister dışında, ister anonim olarak Gezi'de ister imzasıyla Gezi'ye iki adımlık başka bir parkta, ister yeni bir galeride ister yeni bir forumda, siyaseti olan sanata ihtiyaç var, hatta eskisinden de çok! Gezi’nin sanatçılar için çıta yükselttiği bir gerçek ama bu bir engel değil aksine daha girişken, korkusuz ve güçlü işler çıkartmak için güven ve destekleyici bir güç. Biraz da meydan okuma: hadi bakalım şimdi ne espri yapacaksınız bir görelim dediler ya mizahçılara, onun gibi, hadi bakalım şimdi ne performans yapacaksınız, şimdi nasıl bir kamusal sanat yapacaksınız, şimdi nasıl bir katılımcı sanat yapacaksınız, şimdi nasıl bir enstelasyon, şimdi nasıl bir video yapacaksınız! Keyifli, önaçıcı bir meydan okuma. Çıtanın yükselmesinden herkes memnun, mesela Met-Üst'ü şimdi daha fazla kişi takip ediyor, tahminimizce Met-Üst de memnundur, daha bir hevesle espri yapıyor yeni metinler hayal ediyordur, yazıdaki duvarla sokaklardaki Taksim Komünü günlerindeki duvarlar gözünde içiçe geçiyordur.  Biraz karşılıklı emprovizasyon gibi, ya da atışan aşıklar gibi. Çünkü artık daha fazla hazır göz var! Gezi’den sonra güncel sanatın anlamını, önemini ve gücünü arttırdığını, daha fazla anlam ve önem kazandığını, izleyicisi ile ilişkisini geliştirmek ve tartışma tetikleme kapasitesinin, gerçekten kamusal bir faaliyet haline gelebilmesinin önünün hiç olmadığı kadar açık olduğunu görüyoruz. Güncel sanat alanında, sanat faaliyetinin gereksiz, aktivizmin ise asıl olduğunu söyleyerek öncülüğe soyunan ve sermaye tarafından desteklenen etkinliklerin tamamen manipülasyon olduğunu iddia eden dilin etkisiyle gelişen ve sanatçıları yaygın bir sinizme sürükleyen atmosferin Gezi etkisi ile dağılmaya başladığını, birçok sanatçının hitap edeceği izler çevreyi somut bir şekilde önünde gördüğünü, kendi faaliyetine olan inancını pekiştirdiğini saklamak imkansız hale geldi.

Tam da bu etkileşimi gören ve muhtemel sonuçlarına engel olmak isteyen yerel ve merkezi otoritenin elinde her olanakla kamusal işleri engellemeye çalışacağını sezmek zor değil. Bu nedenle bu sene Bienal istediği kamusal etkiyi yapamayabilir ama yine de beslenmek isteyen gözlerin Bienal’e bakacağını tahmin ediyoruz, türlü etkileşimlerle, iştigallerle. Fakat daha da ilginci, kendiliğinden kamusal iş/sergi girişimleri kurumsuz olarak da sağdan soldan patlayacaktır.

Yeri gelmişken “İyi De Banane” adlı yazımıza gelen eleştirilere de değinelim. En fazla karşılaştığımız “ne yani sponsorlu sanat devam mı etsin, hiç mi sorun yok şirketlerin sanatı yönetmesinde” serzenişiydi. Hayır söylemeye çalıştığımız o değildi, çok basit bir şey söyledik aslında: sanatın öznesi sanatçılar, küratörler, eleştirmenlerdir; sponsorlar, şirketler, yöneticiler değil. Her merkezine sponsorları, şirketleri, yöneticileri alan eleştirel muhalif konumun asıl yaptığı sanatçıları ve sanat üretimini, sanat üretiminden yayılacak siyasayı değersizleştirmek ve onu arka plana itmektir. Tekrar Ece Ayhan’ı hatırlayalım, “aşk örgüt kurmaktır” değil “aşk örgütlenmektir” diyordu. Artık Gezi deneyiminin sonrasındayız ve bu ikisi arasındaki ayrım bizim için kristal netliğinde olmalı. Sanatı kurtarmak mı istiyorsunuz? Sanatçı birliği kuracak ya da sanatı sermayenin sponsorluğundan kurtaracak solcu örgütü beklemeyin. Hemen inisiyatif alın, dergi çıkartın ve çevresinde örgütlenin, bir kolektif kurun ve birbirinizle farklı şekilde ilişkilenin, enerjinizi şu ya da bu sponsorun ya da yöneticinin ne yaptığına, ne yapması gerektiğine harcamayın, sanatla ilişkinizin merkezinizde sponsorlar değil sanat olsun. Şunu tekrar tekrar vurgulamalı sanıyoruz: sponsorlu sanata yönelip, sanatlığına değil ama sponsorluğuna ilişen her muhalif tavır sponsoru daha da büyütüp sanatı daha da küçültmektedir. Bu aynen Gezi parkına bakıp, arkasında çeşitli manipülatif oyunlar, örgütler, planlar gören veya bu her şeyi yönetmeye kadir aklı arayan, kendi kendini güçsüzleştirirken canavarı fetişleştiren sinik konuma denk geliyor. Söylenegeldiği gibi birileri böyle oyunlar oynamak isteyebilir, yönetmek, belirli bir yere kanalize etmek, flamasıyla damgalamak istediği gibi logosu ile damgalamak isteyebilir. Bununla kendi pratiğimiz, birbirimizle kurduğumuz ilişkiler ile inisiyatif alarak mücadele ederiz ama kendi konumumuzu onun logosuna ya da flamasını merkeze alarak belirlemeyiz, “Kahrolsun Bağzı Şeyler!” der  geçeriz.

Sanat alanında ve üretim koşullarında birçok sorun var ama bu sorunlar sponsorlardan ve yöneticilerden kaynaklanmıyor temelde, sanat alanının öznelerinin kendilerini özne olarak görmemelerinde, kendine güvenlerinin, faaliyetlerine ve sanatsal bilgi üretimine, sanatın siyasallığına dair inançlarının zayıf olmasından kaynaklanıyor. Alandaki öznelerin birbirlerine ve yaptıklarına olan inançları arttıkça –ki Gezi direnişinin böyle bir etkisi olması muhtemel- sponsorlu sanat tartışmasının aslında ne olduğunu hep beraber göreceğiz: Kendi gücümüzü, potansiyelimizi yatırıp, ağıt yaktığımız bir musalla taşı.        

Sokaklarda dedikleri gibi: "oltaya gelme voltaya gel!" Duranadamdan hevesle herkesin bir yerden kendi performans dalgasını yaratmaya çalışmasının nasıl geniş bir yaratıcılık havuzu açtığını hayal etmek bile zor...  

Konu uzun ve canlı, bir sürü ele almayı düşündüğümüz tema ele alınamadan kaldı. ama burada kesiyoruz. Daha çok yazmak, çok konuşmak, çok dinlemek gerekecek nasılsa. Bir kez daha Hakan Vreskala'yı açarak kapayalım, evet: "taşlar sopalar darbukalar omza!"[11]


[1]    Hakan Vreskala'nın Dağılın Lan şarkısına göndermeyle söylüyoruz. Şarkının stüdyo kaydını içeren bir video burada: http://www.youtube.com/watch?v=d8VWQSR8vwU. Ama esas barikattaki versiyon önemliydi: http://www.youtube.com/watch?v=cjfoXoz69sw. Vreskala'ınn Dağılın Lan'ı Ece Ayhan'ın Yort Savul'uyla neredeyse birebir aynı anlama geliyor. Yort Savul ya da bugünden söylersek Yort Çapul, veya daha doğru bir çeviriyle Çapul Savul. Barikattaki performansın sonunda slogana bağlanması, mekan vs de tam isabet.
[2]    Gezi'den sonra insanların yürüyüşlerinin bile değiştiği esprisini Bülent Usta'nın bir tweetinden aldık.
[3]    İyi de Banane, Onat Kutlar'dan Bugüne Sanat Dünyasının Ekonomi-Politiğine Dair Güncel ve Gerekli Bir Müdahale, Süreyyya Evren-Burak Delier, 22.05.2013, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=953,. Erişim 2 Temmuz 2013.
[4]             Occupy, Three Inquiries in Disobedience içinde, Michael Taussig-Bernard Harcourt-W.J.T. Mitchell, The University of Chicago Press, Chicago ve Londra 2013
[5]    http://www.sendika.org/2013/03/saltta-protesto-biz-hala-orgutluyuz/
[6]    Güncel sanatın politikleşmesine en çok saldıranların açıktan güncel sanatın illa ki sanat eleştirel olmalı gibi bir hava yaratmasına kızıyor, ne gerek var eleştirel olmasına, Picasso eleştirel miydi diyorlardı. Tabii Picasso aslında eleştireldi de karıştırmayalım, deha Picasso imajından bahsediliyordu. Şuna iyi bir örnekti: güncel sanatın siyaset alanında sözalmasını kendi (varsaydıkları) tekellerine müdahale olarak görenlerin tertiplediği bir güncel sanatı siyasetten, eleştirellikten uzaklaştırma kampanyasıydı Gezi öncesi yaşadığımız.
[7]    Bu konuda Emre Koyuncu ile P. Burcu Yalım'ın bize getirdikleri eleştiri kuşkusuz yerinde. Çiçek böcek sanatı ifadesini kullanırken daha dikkatli olmak gerekir, aynı kategorileştirme tuzaklarına düşmemek adına özenle söylenmeyince sanki 'politik sanatın yeri' sabitmiş gibi bir anlam çıkabiliyor, başka sakıncalarının yanı ısra. Sanat ve Sponsorları Üzerine Notlar, Emre Koyuncu & P. Burcu Yalım, Birikim online, 02.07.2013, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=986&makale=Sanat%20ve%20Sponsorlar%FD%20%DCzerine%20Notlar. Erişim 3 Temmuz 2013.
[8]    Olaylar sırasında bile Salt Galata'da SSCB dönemi mimarlığıyla ilgili hayli etkileyici bir sergi vardı. Hala da açık. Yerelde Modernler, Salt Galata, 8 Mayıs - 11 Ağustos. Yerelde Modernler ismi serginin Sovyetler temsilini biraz gizliyor, serginin ismi 'SSCB'de Mimarlık' olsa, tabii Gezi öncesi kafayla, birileri basıp 'Biz Hala SSCB'yiz' yazabilirdi duvarlara. Sonra da Salt bunları etiketleyip sanat eserine dönüştürürdü Beyoğlu'nda yaptıkları gibi.  
[9]    İlginç bir rastlantı da şu oldu: tam da Gezi patlak verirken İstanbul'da, Gezi'ye epey yakın Pilot Galeride Cengiz Tekin'in sergisi sürüyordu. Gezi'de doğan bir sözcüğü kullanacak olursak, chapulling kültürü gündüz işe gidip akşamları eylemlere katılmayı içerirken insanlar sık sık 'gündüz Clark Kent gece Süperman' esprisini yapıyorlardı. Gezi'de bir çadıra da asılmıştı bu ifade yazılıp. Gezi'ye gidip de önce bu ifadeyi sonra namaz kılan müslümanları gördüğünüzde Şener Özmen'in Süpermüslüman serisindeki şakanın tehditkar gücünü anlıyordunuz. Kimleri tehdit ettiğini de.
[10]  The Democracy Project, David Graeber
[11]  Vreskala'nın bu sözü de açıktan artık sokaklarda atılabilen bir slogana dönüşen 'faşizme karşı bacak omza'ya bir gönderme gibi görünüyor.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Gör Dediğimi Gör, Ama Kanma!


Burak Delier

Sendikalı oldukları gerekçesi ile işten çıkarılan Borusan Lojistik işçileri Borusan Kültür ve Sanat Evi’ni işgal ettiler ve toplantı talebinde bulundular. Bundan önce Borusan Holding’in Perili Köşk’te bulunan merkez binası önünde çadır kurmuşlar ve seslerini duyuramamışlardı. Aya İrini’de Borusan Filarmoni orkestrasının konseri öncesi eylem yapmışlar ve yine seslerini duyuramamışlardı. Kültür ve Sanat Evi işgalinden sonra görüşme talepleri kabul edildi. Görüşmeden çıkan kararlara göre, işten çıkartılanların kıdem tazminatları ödenecek ve şirkette çalışmaya devam eden sendika üyeleri üzerindeki baskı kalkacak.[1] İşçiler, Kültür ve Sanat Evi’ni işgal ederek sonuç almış gözüküyorlar. Talep ettiler, karşılanmadı; çeşitli eylemler yaptılar olmadı; en sonunda Kültür Merkezi’ni işgal ettiler, talepleri duyuldu ve amaçlarına ulaştılar.

Şunu da belirtelim, Kültür Merkezi işgal edilirken Mercan Dede ve Carlito Dalceggio’nun “Revolution-Revelation” adlı sergileri sürüyordu. Basın bültenine göre “sergi herkesi içsel bir değişime ve dönüşüme davet ediyor.”[2] İlk başta serginin “devrimi” ile işçilerin eylemi çatışıyor gibi görünse de aralarında gönülsüz bir ilişki var. Bir yanlış yankılanma ile Kültür Merkezi’nin vitrininde yazan “Revolution” kelimesi, işçilerin işgal eyleminden sonra başka bir anlama gelmeye başlıyor, işçiler sergiden ve kurumdan anlamı çalıyorlar. Serginin içe bastırdığı ve tanınmaz kıldığı arzuyu işçiler gerçekleştiriyor diye de okuyabiliriz; sanat ve politik eylem arasında bir etkileşim söz konusu. Sergi ve kurum bastırılmış, ehlileşmiş ve bir fona indirgenmiş olsalar da zımni suç ortakları konumundalar.

Sergi içeriğini, amacını dışarıda bırakarak, genel olarak sanat kurumları bağlamında bu olayı olabilecek en sorunsuz sanat-siyaset ortaklaşmalarından biri olarak okuyorum. Örneğin, Artur Żmijewski’nin 7. Berlin Bienali’nde giriştiği ve daha ölçülü örneklerine çokça şahit olduğumuz, aktivist pratikleri sanat alanına taşıma alışkanlığından çok daha anlamlı ve değerli Borusan işçilerinin yaptığı. Nedeni basit, işgal hareketleri işgal ederken değerliler, sanat alanını bir tartışma, konuşma, aktivizm alanına çevirdiklerinde hem sanat pratiğini anlamsızlaştırıcı bir etki yapıyorlar hem de siyasal öznelik konumlarını yitirip seyirlik nesnelere dönüşüyorlar. İki taraflı bir zayıflama ile sonuçlanıyor bu tür basit taşıma eylemleri. Bu iki ilişki biçimden, Borusan işçilerinin davetsiz işgali sonrası beliren gönülsüz işbirliği ve Berlin Bienali’ndeki davetli işgal tiyatrosundan daha dönüşmüş ve daha dönüştürücü, birbirini besleyen başka türlü bir ortaklaşmaya ihtiyacımız var…

Borusan işçilerinin işgal eyleminin ortaya attığı bir diğer şey de, sanat kurumlarının, sanat söyleminin “özgürlükçü”, “genel solcu” havasından dolayı meşru ve etkili bir eylem alanı sunduklarının ispat edilmesi oldu. Holdingler, şirketler ve genel olarak sermaye bu kurumlar aracılığı ile daha dokunulabilir, kırılgan, nüfuz edilebilir hale geliyorlar. Kamusallık iddiasında bulunuyorsanız, kamusal olan gelip size yerleştiğinde, reddetmek ve kapı dışarı etmek seçeneklerini büyük ölçüde elden çıkartmış oluyorsunuz. (Kapı dışarı edilebilirler elbette ama sonrasında kurumu da, bütün söylemiyle beraber iptal etmek gerekecektir.) Bir holdingin sanat kurumu ne kadar görünür ve kuvvetli ise holding o kadar dokunulabilir hale geliyor. Aslında bu her türlü halkla ilişkiler ve reklam kampanyası için de geçerli. Bu kampanyalarda şirkete giydirilen kostüm belirli bir performansa işaret ettiğinden, holdingin başına bela açabiliyor. Kaldı ki sanat kurumları, her hangi bir halkla ilişkiler ve reklam etkinliğine göre politik doğrucu söylemlerin gırla uçuştuğu açık mekânlar sunuyorlar. Borusan işçilerinin yaptığı sadece yönetimden bu söylemin işaret ettiği “performansı” talep etmek oldu. Kültür kurumları toplumsal hareketler için etkili ve görünür olabilecekleri, söz alabilecekleri bir bağlam sunuyorlar. Belki de Türkiye’de kopmuş olan sanat ve toplumsal hareketler ilişkisi bu şekilde dolaylı, mesafeli ve zımni bir biçimde tekrardan canlanabilir. 

Zucotti Parkı, Kasım 2011.

İşgalin Kültürel Politikası

Peki, bu zımni ve gönülsüz ortaklığın dışında işgal hareketleri ile sanat pratiği arasında nasıl bir etkileşim hayal edilebilir? Nedir işgal jestinin anlamı ve sanat pratiği ile nasıl ilişkilenmeli? İşgal hareketleri içinde birçok kritik tartışma yürütülüyor; bunlardan bir tanesi de, New York’taki hareketin gelişme safhasında ortaya çıkan “talep” tartışması idi. Dört başı mağrur bir toplumsal hareket olacaksanız, programınız, belirli ve makul bir talep listeniz olması gerekir diyen ciddi “politik” sesin baskısı, işgalciler tarafından sırasıyla çok sayıda talebin yarattığı karmaşa, talepsizlik ve gerçekleşme şansı olmayan talepler ile karşılandı. Bu taleplerden biri, bütün döviz ve finansal para işlemlerinden Robin Hood Vergisi adı altında %1 vergi alınmasıydı. Karmaşa, dev talepler, talepsizlik işgal hareketlerinin iktidarın ciddi sesine verdikleri cevaptı. İktidar bu talepleri anlamaya çalışırken, onlar işgal ettikleri meydanlarda, özgür mutfaklar, açık kütüphaneler kuruyorlar, kapitalist olmayan ilişki biçimlerini araştırıyorlar, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın ruh yükseltici etkisini deneyimliyorlardı.

İşgal hareketlerinin talepsizlik, karmaşa ve dev talep taktiklerinin, iktidarın talep tuzağını boşa çıkartan günümüzdeki toplumsal hareketlerin politikalarının kurucu öğesi haline gelmeye başlamasının işareti olduğunu düşünüyorum. Aynı talep etmeme ve karşılık beklemeden gerçekleştirme politikasını Zapatistalar’ın manifestolarında ve pratiklerinde; Kürtlerin iktidarın icazetini beklemeden Kürtçe konuşmaya, köy isimlerini Kürtçe yazmaya başlamalarında, belediyelerin kendi başlarına giriştikleri sosyal çalışmalarda da görmek mümkün. Talebe dayalı bir politika iktidar ile ilişkiyi yeniden tesis eden bir araç ve bu anlamıyla da bir tuzak olarak işliyor. Talep bizatihi toplumsal ve politik hareketin gücünü tekrar iktidara devrediyor. Onun yerine iktidara sunulacak taktik bir talep ya da dev talepler ya da karmaşık talepler özerkleşme ve güçlenme için çok daha elverişli araçlar olarak ortaya çıkıyorlar. Bu taktiksel talepler ya da talepsizlik hem bir direnme siyaseti barındırıyor hem de iktidarın manipülasyonuna fırsat vermeden hayatı şimdi ve burada dönüştürmek için alan ve zaman yaratıyorlar.

Talepsizlik, karmaşa ve dev talep taktikleri sanat pratiğini nasıl dönüştürebilirler? Toplumsal hareketlerin fotoğrafını, videosunu çeken, heykelini yapan, onları Bienal’e davet ederek sanatı da politikayı da anlamsızlaştıran sanat pratiklerindense, nasıl dönüşmüş bir sanat politikası hayal etmeliyiz? Sanat nasıl talep etmez, nasıl karmaşa yaratır ya da dev bir talepte bulunur? Kısacası sanat nasıl bir özerkleşme ve direnme pratiği haline gelir? Bu minvalde “eleştirel” yaklaşımlar anlamlarını ve işlevini yitiriyor gibi. Çünkü eleştiri çoğu zaman-her zaman değil- nesnesini yeniden üretmeye aday. O halde basit eleştirel ve politik sanat örneklerini ötelememiz gerekecek. İzleyiciden hemen tüketeceği bir nesne için dikkat talep etmeyen, izleyici ile bir ilişkiyi kovalamayan, sosyal matrisin çeperinde bulunan pratikleri aramalıyız. O halde “ilişkisel estetik” kavramlaştırmasını da bir kenara koymamız gerekecek. Çünkü parçalanmış toplumsal zeminde kopmuş ilişkiyi onarmaya çalışmıyoruz, dünyadaki meseleler ilişki onararak veya katılımcı sanat pratikleri ile kotarabileceğimiz basitlikte ve hafiflikte değil; aksine güçlü, derin, öznel bir direnme politikasını araştırıyoruz.

Talepsizlik politikası ister istemez bu dünyadan bir kopuş ve başka türlü bir dünyanın oluşturulması pratiğini aynı anda barındırıyor. İşgal etme eyleminde ve işgal edilmiş meydanların fotoğraflarında da bunu görüyoruz. Sadece işgal etmiyorlar, tıpkı Hakim Bey’in geçici özerk bölgeler tanımlamasında olduğu gibi, dışarıdaki göz ile ilişkileri sorunlu, kolayca okunamıyorlar, ancak içine girilip deneyimlenecek mekanlar bunlar. İçeridekileri, niyetleri, amaçlarını, anlamlarını –program ve talep listeleri şeklinde- kolayca ele vermeyen, belki de belirli bir niyeti olmayan, çelişkiler ve karmaşa ile dolu, labirentimsi, dolayısıyla iktidarın rasyonel gözü için sessiz bir engelle kapatılmış, fakat aşağıdan temas etmek, yatay bir ilişki kurmak isteyenler için ise olabildiğine açık ve sonsuz mekânlar olarak kurulmuşlar. Dolayısıyla bizim izleyici ile kuracağımız ilişki de dolaylı ve aşağıdan gelişmeli, kendini açık etmeyen gizli bir dil ve anlaşma gibi kurulmalı.

Oysa bugün böyle bir kültür ve sanat politikası tamamen geçersizleşmiş gözüküyor. Her Bienal, her sergi, her sanat kurumu toplumsal sorunları hedeflediğini söyleyerek kendini meşrulaştırmaya çalışıyor. Günümüzde güncel sanat alanında birçok örneğini gördüğümüz, adı konmuş toplumsal ve siyasal meseleleri hedef alan (kimlik, toplumsal eşitsizlik, tarih okumaları, aktivist ve propagandist yaklaşımlar vs.) ve belirli bir eleştiri geliştirerek ilişki kurmaya çalışan sanat ve kültür üretimleri aslında bizzat kendi arzularının, etkili, güçlü ve direngen bir olanak yaratma potansiyellerinin altını oymaktalar. İktidara tavsiyeler, öğütler, yeni bilgiler sunan baş danışman figürü beliriyor imgelemimde…  Belki de günümüzdeki kültür dünyasının temel başarısızlığı ilişki kurmak, topluma ve yönetime anlamlı bir katkı yapmak niyetinden kaynaklanıyor.

Paradoksal gözükse de, toplumsal eşitsizliği hedefleyen ve adalet arayışı ile tanımlanan işgal hareketlerinin talepsizlik politikalarından çıkarak, “aktivist” bir sanat pratiğinin tam da eleştirisini ve sözünü saklaması gerektiğine, ancak bu şekilde direngen bir tavır geliştirebileceğine vardık. Elbette bu ancak içselleştirişmiş normalliğin gözünden paradoksal. Yoksa bizim çarpık bakışımızla anlamsız, amaçsız ve soğuk gözüken her şey yeni bir enerji ile ışıldıyor…

Son bir paragraf ekleme ihtiyacı hissediyorum. Tarif ettiğim kültür ve sanat politikası birçok kanaldan Greenberg’ün kitcsh’e karşı savunduğu modernist sanat anlayışını ve Adorno’nun her türlü ilişkilenmeyi reddeden, içsel olarak tutarlı ve estetik açıdan doyurucu her yapıtı dünya ile uzlaşma sayan tavırları ile yankılanıyor. Sanatın seküler bir din ve “yaratıcı bir endüstri” haline geldiği günümüzde belki de bu “asık suratlı” ve tükenmiş gözüken modernist teorileri talepsizlik(ya da dev ve karmaşık talep) politikası ile beraber düşünerek -ve elbette formalizme saplanmadan- gücelleştirmemiz gerekecek.


[1] http://www.bianet.org/bianet/toplum/139612-borusan-holding-sendikaya-evet-demek-zorunda-kaldi?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter
[2] http://www.borusansanat.com/__BasinOdasi/NewsDetail.aspx?ID=54&ln=tr