GEZİ'DEN DOĞAN SİYASİ İTAATSİZLİK SANATTA SİYASETİN ÖNÜNÜ NASIL AÇTI.
Burak Delier - Süreyyya Evren
"Serbest Vuruş" Cengiz Tekin, Fotoğraf, 2005
Gezi’den sonra her şey değişti, kavramlar, insanlara
bakış, olasılıklar, analizler, hatta insanların yürüyüşleri bile[2]!
Bütün konuların yeniden ele alınması ihtiyacı hissediliyor. Sanat, hayat ve
devrim temalarını kateden, kısa bir süre önce yazdığımız İyi de Bana Ne[3]
adlı yazımızı da bu vesileyle tekrar gözden geçirelim, Gezi'nin damardan girdiği meseleler arasında yer alan
sanat-hayat-devrim'e topluca bir kez daha bakalım dedik. Tabii, Gezi ruhunun da
etkisiyle, toparlayıcı her şeyi ele alan bir yazıdan çok meselenin içinden
konuşan ve ucu-açık, devamı gelmek üzere yazılmış bir yazı olarak bakılabilir.
Tespit edebildiğimiz birkaç ana sorunsalı not ederek
başlayalım. Gezi yaratıcılığın, hem de sanatsal ve isyankar yaratıcılığın
patladığı bir moment yarattı Türkiye tarihinde. Mizahçılar ve sanatçılardan çok
daha komik ve çok daha yaratıcı anonim işler dolaşıma girdi. Bu nasıl oldu,
bunlar kim gibi sorular kadar şu sorular da hemen soruldu.
1)Gezi'den sonra mizah mümkün mü? Şimdi ne esprisi
yapacaklar karikatüristler? Ve bizi daha fazla ilgilendiren kısmı sorunun:
Gezi'den sonra sanat mümkün mü? Şimdi ne performansı yapacak sanatçılar?
2)Yukarıdaki sorunun bir versiyonu diye bakılabilir ama
ayrıca çok sorulduğu için belirtmek lazım. Devrimde hayat sanat oluyorsa
devrimde sanata gerek kalmıyor denebilir mi? Bunun bir simgesi olarak devrim
varsa bienale gerek var mı, devrim bienalin yerini tutmuştur, devrim olduğu
sürece bienale, sergiye, müzeye, galeriye gerek yoktur denebilir mi? Herkes
sanat yapabiliyorsa sanatçıya, herkes 'faşizme karşı bacak omuza' diye slogan
atabiliyorsa Met-Üst'e ne gerek var? Özellikle de bu sene gerçekleşecek olan
İstanbul Bienali'nin meselesi kamusal sanat olarak ilan edilmiş gibi
göründüğüne göre kamusal sanat böylesine almış yürümüşken ve kendiliğinden
zirvesini bulmuşken herhangi bir büyük serginin kamusal sanatla ilgilenmesine
gerek kaldı mı?
3)Hangi politika? Hangi politik sanat? Nasıl bir
'politikası olan sanat'? Bu sorulara Gezi'den çıkan yanıtlar nelerdir?
Özgürlükçü sol ortodoks sol ayrımı devrede mi? Aşağıdan aktivizm, lidersiz
kendiliğinden eylem ile partiler, programlar, liderler, merkez komiteler,
kadrolar arasındaki ayrım Gezi pratiğinden sonra siyasi sanata, sanatla
siyasete nasıl yansıyacak? 1 Mayıs 2012'de Taksim Meydanı'nda görkemli
törenlerini gerçekleştiren partiler mi ve yukarıdan aşağıya kararlar mı,
Haziran 2013'de bütün şehrin ve giderek ülkenin parklarına yayılan forumlar ve
aşağıdan kararlar mı gibisinden sorular sanatı nasıl dönüştürecek?
Gezi’den sonra tekrar sanat-siyaset tartışmalarına
döndüğümüzde hiçbir şey olmamış gibi aynı pozisyonların savunulması imkansız.
Aktivizm ile sanat arasındaki bağı halk aşağıdan yeniden tanımladı. Kendini
aktivizmin aracısı, yetkili bayii ilan etmiş kendinden menkul kim varsa halk
yetkisini elinden aldı ve sanatla eylemi yeniden birlikte çattı. Bundan sonra
eylemlerden sanatı atmak, eylemlerden ironiyi atmak, mizahı atmak, hele ki
sanattan siyaseti atmak her şeyi kendisine yazıldığı ölçüde önemseyen
kariyerist aktivistler için çok zor olacak.
Gezi sanata, sanat üretimine ve sanat siyaset ilişkisine
ciddi etkiler yaptı bile, orada da bir dil dönüşümünü tetikledi. Buna adapte
olmak için sürekli yazmak, konuşmak, eylemek gerekiyor. Gezi ruhunun bir
parçası da bu değil miydi, herkes durmaksızın konuştu, ve hiç olmadığı kadar
dinledi! Gezi'de bir siyasi itaatsizlik vardı. Siyasi itaatsizlik siyasi sanata
karşı da bir itaatsizlikle birleşti. Gezi direnişi elbette içiçe geçmiş çok
sayıda sivil itaatsizlik örneği içerdi. Ama ayrıca son derece güçlü bir de
siyasi itaatsizlik sergiliyor. Siyasi itaatsizlik, Bernard Harcourt'un
tanımlamasıyla kullanacak olursak "kolektif imgelememizi domine eden
ideolojik arkaplanın kökten reddi"[4]dir.
Gezi, konvansiyonel politik aklı, söylemleri ve stratejileri de reddediyor.
Böylece siyasi dilin hiç içinde olmayan bir dil gelişiyor. Bu dil sadece
iktidar için değil muhalefet için de şaşırtıcıdır. Muhalefet derken sadece CHP
gibi merkez sol partiler için değil tüm sosyalist partiler, sendikalar ve
radikal sol için de şaşırtıcı, beklenmedik olmuştur. Mizah, farklı görsel dil
ve farklı bir slogan/grafiti dili küfürlerle karışarak kendini ifade etti. Bu
dil sadece bir farklılık değil aynı zamanda da bir siyasi itaatsizlikti.
"Duvara 'haklıyız kazanacağız' yazmayı reddediyorum!" demenin de bir
yoluydu aynı duvara "Diren Iphone Şarjı" yazmak. "'Kahrolsun
faşist devlet' yazmayı reddediyorum!" demenin bir yoluydu "kahrolsun
bağzı şeyler". Böylece iktidarın ve muhalefetin (hem parlamenter hem
radikal muhalefetin) ortak yürüttükleri siyaset diline boyun eğmiyoruz, denmiş
oldu. Bir süre önce Salt'taki Duvar Resminden Korkuyorlar sergisini protesto
etmek isteyenler duvarlara “Bitmedi! Hala Korkuyorsunuz”, “Biz Hala
Örgütlüyüz”, “Barbarları Beklerken" gibi sloganlar yazmışlardı[5].
Gezi isyancıları Salt'taki sergiyi protesto edecek olsalardı önce direnduvar
diye hashtag açılır, "Kahrolsun Bağzı Sanatlar", "Kahrolsun Bağzı Galeriler"
yazılırdı. Liderler, hareket önderi havaları görünmez, protesto kendiliğinden
gelişirdi. "Niye Dış Duvarı Kullanmadınız?" diye sorulurdu. Şu anda
bizim erişemeyeceğimiz bir yaratıcılıkla "Duvara Biz Hala Örgütlüyüz'
yazmayı reddediyorum" anlamını içeren sloganlar kullanılırdı. Unutmayalım,
söz Aşk Örgütlenmektir olacak, Aşk Örgüttür değil. Özetle, ezbere kalıp siyasi
sloganlarla kendine rant sağlamaya çalışanlar gider, hayatı dönüştürmek
isteyen, güncel sanatın ironisini ve mizahın doğrudan esprilerini kullanan bir
dil gelirdi. Anonim ve otonom. Siyasi
sanata karşı siyaseten itaatsiz siyaseti olan sanat.
İşin ilginci, 'Biz Hala Örgütlüyüz' diyenler, '1970'lerin
belirli bir mirasının bugünkü temsilcisi benim, sen aradan çekil' demek için oradaydılar. Gezi ise kendi kendinin
temsilcisi köksüz bir kuşağa dayanıyor. 'Ben kendimin temsilcisiyim, esas sen
aradan çekil' dediler, hem iktidarı tekeline alanlara, kurumlara, sponsorlara,
şirketlere, hem de muhalefeti tekeline alanlara, partilere, kendinden menkul
aracılara.
İKİ SOMUT SONUÇ: SİYASETEN AKTİF YENİ SANATÇILAR VE
GALERİLER
Gezi'nin sanat dünyasında çok yakında
görmeye başlayacağımız iki çok somut sonucu:
a)İşlerinde politik içerimlere önem veren
güncel sanatçılarda artış olacak. Kitlesizlik, özendirici hiçbir karşılığın
alınamaması, dahası klasik sol öğelerin sanattaki her politik çıkışı
"politika alanının tekeli bizde, siz de kim oluyorsunuz" diyerek
susturmaları herkesi geri itmişti. Aşırı bir öznelleşme görülüyordu güncel
sanatçılarda[6].
Siyasetle hemhal işleriyle dikkat çeken yeni genç sanatçılar gelmediği gibi
mevcut sanatçılarda da fazlasıyla çiçek böcek eğilimi hakimdi[7].
Bu değişecek. Siyasi mesajlı işler geliyor! Mesaj kaygısı taşıyan işler! Diren
İphone Şarjı ne kadar mesaj kaygısı taşıyan bir grafiti ise o kadar, Diren
Antrikot ne kadar mesaj kaygısı taşıyorsa o kadar -yani fulllü. Ve
kendiliğinden olanlar hep açık-uçlu, aşağıdan, yatay! Aracılara ve kurumlara
değil eylemciler arası temasa önem verilecek.
2)Düne kadar neredeyse sadece kurumsal
galeriler politik sergilere odaklanıyordu. Sayıları artan bağımsız sanat
galerileri büyük ölçüde politikayla ilgili sanatı terketmişlerdi[8].
Şimdi Gezi'den sonra galeriler de geri dönecek. Her iki geri dönüşte de aynı
sebep var: kadrolu solun istemediği bir siyaseti güncel sanatla yaptığınızda
reddediliyordunuz ve politik etkisi olmasını engelliyorlardı. Ama şimdi bu
engeli aşmış bir kitle var. Bu kitle genç de bir kitle üstelik. Sanata ve
mizaha açık. Bu kitleye seslenebilmek için de kimseden icazet almak, kimseden
onay almak gerekmiyor. Hiç bir örgütü takmadan aşkla örgütlenen bir kitle. Bu
da herkes için imkanların sonsuzlaşması demek...
Gezi ile güncel sanatın kesiştiği yerlerin çokluğu
herkesin dikkatini çekti. Ancak nasıl yıllardır tüm dünyadaki aşağıdan
ayaklanmaları, Mısır'daki, Tunus'taki aşağıdan devrimleri 'Facebook devrimi'
diye, 'Twitter devrimi' diye küçümsedilerse, örgütsüz dünyanın neresinde
ayaklanma olsa yerin dibine soktularsa, dış mihrakların parmağını iktidarlardan
önce aradılarsa ama sonra Gezi ile Facebook ve Twitter'ın devrimci araçlar
olarak kullanımının tam ortasında kalınca diyecek birşey bulamadılarsa ve de
kendiliğinden ve aşağıdan hareketlere kimin dış mihrak yakıştırmasını yapmak
durumunda olduğu gerçeğiyle yüzleştilerse, aynı şekilde ironiyle bezenmiş
güncel sanata karşı argümanları da Gezi ile bir hamlede susturuldu. Gezi
direnişi boyunca kullanılan mizahi dil, alternatif ilişkilere yapılan vurgu,
siyasi dile karşı geliştirilen itaatsizlik tam da güncel sanatın yıllardır
eleştirilen nitelikleriydi. Güncel sanatta kullanılan mizahi dil ve görsellerin
“karikatür”, “tek vuruşluk işler” denilerek küçümsenmesinin üzerinden o kadar
da geçmedi. Çarşaf çarşaf güncel sanattaki ironik siyasi eleştirellik yerildi.
Özellikle ironik olduğu için hedefe kondu. Aynı isimleri Haziran sürecinde
Gezi'deki siyasetin ironiyi kullanmasını yererken göremedik tabii. Şimdi
saklanma zamanı dediler. Mizah demişken, küçük bir not: Cengiz Tekinler haklıymış,
Batman haklıymış, Diyarbakır haklıymış. Yıllardır yapılan ironik sanat işleri
tam 12'den vuruyormuş, bunların ironisine laf edenler Türkiye tarihinin en
büyük aşağıdan ayaklanması sokakları kavururken bir kenarda söylenenlermiş.
Gezi gençlerinin güncel sanatın ve mizahın dilinden kalkan dillerle isyan
etmeleri bu konuda epey bir tartışmayı da yerli yerine oturttu[9].
DEVRİMDE HAYAT SANAT OLUNCA
Bir önceki yazımızda, İyi de Banane'de, devrimde
yaşam sanat olunca sanata sanat olarak gerek kalmayabilir dediğimizde
yadırgayanlar olmuştu. Nasıl yani, sanat nereye gidiyor, yaşam nasıl sanat
olacak vs. Ne kadar kısa sürede bu soruya cevap vermek gereksiz oldu! Üstelik
orada yaşamın sanat olmasının tepeden inme versiyonlarına karşı da uyarmıştık.
Sözgelimi Stalin'in tüm SSCB'yi kişisel enstelasyonu gibi görmesinin de bir tür
yaşamın sanat olması olarak okunabildiğini ama böylesi hallerde yaşamın pek de
keyifli olmadığını anmıştık. Türkiye ve özellikle İstanbul da aynı günlerde
giderek Başbakan'ın enstelasyonu gibi olmaya başladı. Çılgın projeler, oradan
oraya savrulan insanlar, kesilen ağaçlar, değiştirilen kentlerle. Öte yandan
Gezi süreci, yaşam aşağıdan sanat haline getirildiğinde ortaya çıkanın tadından
yenmez birşey oluverdiğini hepimize gösterdi. Özellikle Taksim Komünü
günlerinde sanata dönüşen yaşam katılan herkes için ve katılan herkes sayesinde
muhteşemdi. Toplumsal hayatı bir malzeme gibi görüp bu malzemeyi istediği gibi
şekillendiren belirli bir toplum mühendisinin, diktatörün ya da çeşitli
profesyonel aracıların sanatı mı yoksa forumların, halkın veya teker teker
kişilerin aşağıdan sanatı mı?
Gezi ilk andan itibaren müzikle içiçe oldu. Pankartlar ve
yazılamalardaki orijinal dil ile sürekli şiire gözkırptı, ufuk açtı. Bunda
Adbusters tarzı bir hava da elbet vardı. Çok sayıda reklamcı bu eylemlerde
bilfiil yeraldı elbet, 90'larda reklamcılar hakkında söylediklerimizi de ne
yapacağımızı bilemedik, ama daha da ilginci nasıl Adbusters Occupy'a giden
yolda ilanları, reklam dilini tersine çevirip devrimci bir dil haline
dönüştürdüyse, ve bunda 'reklam sloganı'nın, tek vuruşla anlatmanın ve çengel
atmanın önemi büyükse, Gezi'de de yoğun bir tersine çevirme yaşandı. Ama en
unutulmazı Taksim Komünü günleriydi. Bir kere diyelim 1 Mayıs 2012'de olduğu
gibi merkezi bir ses sitemi tek bir program tek bir akış olmadığı için aynı
anda Gezi ve Taksim'de 10 farklı noktada 10 farklı müzik yükselebiliyordu.
Belki daha fazla. Kimi canlı kimi banttan. Banttan olanlar ve en güçlü kolonlar
yüksek sesler genelde meydandaydı.
Direnadam bir performans sanatçısı olarak kalktı ve tek
başına düşüş halindeki bir toplumsal devrimi bir performans ortaya koyarak
diriltti, kendine getirdi ve yeniden raya soktu. Slogan atarak, bağırarak,
partiye girerek, devrimciler için afiş hazırlayarak falan değil. Performans
yaparak.
Bu arada, hep sanatçıları devrimciler için afiş hazırlama
işinde kullanma fantezisi vardı solda, bu durum da tersine döndü: afişleri,
yazılamaları, duvar resimlerini sanatçılar ve diğerleri kadrolar veya
devrimciler için vs değil bizzat devrim için, dönüşüm için, özgürleşme için
birbiri ardına ve kimseye sormadan yapıyorlarmış zaten bir devrimci an
olduğunda!
Mesela Gezi sırasında halka karışıp sokaklara müdahale
etmeyi reddedip sendikalara sadık kalan, DİSK için afiş hazırlamaya gönüllü
olan bir sanatçı hayal edelim. 17 Haziran günü, 5 ya da 6 dakikalık yürüyüşten
sonra DİSK eve dönerken devrimci sanatçı da afişlerini, malzemelerini toplayıp
sendikaya dönecek, yolda karşılaştığı 'apolitik' ve örgütsüz -Taksim Meydanı'na
doğru gitmekte olan- bir performans sanatçısına da burun kıvırarak bakacaktı
belki. Heyhat!
"Perde Arkası" Cengiz Tekin, Fotoğraf, 2003
Demek ki mesele sanatçıları hizmete alıp merkezi
kararlarla belirlenen devrimci mottoları 'güzel sunma' işinde askerleştirmek
değil, devrimcisiz devrimlerde herkesin içindeki sanatçıya sanatçıların dahil
olmalarıymış, katkı yapmalarıymış, form, yordam taşımaları ve önaçmakta
ellerinden geleni yapmalarıymış. bunun için de bir formüle gerek yokmuş.
Ters çevrilen arabayı kim ne zaman Yoko Ono'nun dilek
ağaçlarına benzeyen ama Eyüp Sultan'a da benzeyen bir estetiğe büründürdü?
Normal sol yazılama dili tanıtım merkezli. Ben buradaydım, ben şuyum,
markamızın sloganı da bu. (Bu anlamda, 'katı
reklamcılar'). Eğer bu arabaları onlar devirseydi üzerlerine başharfler,
kendi başına bir anlamı kalmamış ama bir yerlere işaret eden sloganlar
gömeceklerdi.
Bu arada, elde veri olmadığı ve olamayacağı için referans
verilerek yazması güç bir gerçek de şu ki 28 Mayıs'tan itibaren Gezi sanatçı
kaynıyordu. Sinemacılar, tiyatrocular, performans sanatçıları, operacılar ve
güncel sanatçılar. Öyle ki ilk günlerde, kalabalık da fazla değilken, Gezi'ye
gittiğinizde bir güncel sanat sergisi açılışına gitmişsiniz gibi oluyordu,
herkesi görüyordunuz. Daha sonraki süreçte de sanatçılar anonimlik ruhu içinde
bir sürü şeyle ilgilendiler. Bunların bir kısmına sonra değineceğiz.
Occupy Wall Street'in doğuşunda da Yunanistan'dan New
York'a gelmiş aktivist bir performans sanatçısının oynadığı çarpıcı rolü okumak
için David Graeber'in OWS'nin doğuşunu ve ilkelerini anlattığı kitabına bakmak
yeterli[10].
Güncel sanata ironiye laf edip duranlar Gezi direnişi
tarafından tarihe kaldırıldılar. Sanatçılar zaten siyasi itaatsizdi, siyasi iş
yapan sanatçılar hazır siyaset dilini kullanmıyorlardı. Mevcut sosyalist
partilerin falan da hoşuna gitmiyorlardı tabii. Öte yandan yeni sanatçıları
politik sanatçı olmaktan uzak tutan temel şeylerden biri bir karşılığı
olmamasıydı. Politik kimseler, gruplar, güncel sanatın, ironinin, politik
değerini reddediyorlar, türlü kampanyalarla etkisizleştirmeye çalışıyorlardı.
Şimdi bu çok zor.
DEVRİM ZAMANI -SANAT ZAMANI
Gezi Direnişinin kullandığı sloganlar, şiirin slogan –ya
da “yeni slogan” diyelim- ile ilişkisini tartışmak için oldukça verimli bir
zemin sunuyor. Şiir bu sloganlarla yarışmaz ama onları görebilir, onlar üzerine
düşünebilir, kendi slogan karşıtlığını tekrar ele alabilir ve bu zemin
üzerinden ürünler verebilir. Bu ürünler eylemcilerin, protestocuların
zihinlerinde kalır, izler bırakır ve yine bir ayaklanma söz konusu olduğunda
yeniden yorumlanarak etkinleştirilir.
Sanat için de aynı dinamik geçerli. İstanbul Bienalleri
ve güncel sanat alanında son yıllarda gerçekleştirilmiş çeşitli kamusal,
katılımcı, ilişkisel işler “Gezi fikrini” içlerinde taşırlar, ama elbette
Gezi’yi gerçekleştirme kapasitesinden yoksunlardır. Sanat normalde bir kabus
olan gündelik hayatımızın akışı içinde bu ütopik fikri içinde taşır ve bize onu
hatırlatır.
Gündelik zaman, devrim zamanı ve sanat zamanı arasındaki
ilişkiyi şöyle özetleyebiliriz. Gezi, Tahrir, OWS tarzı aşağıdan ayaklanmalar
özel bir zaman yaratıyorlar. buna 'devrim zamanı' diyelim. Taksim Komünü'nde
geçirilen 2 hafta asla 2 hafta değildi. Başka bir zaman geçerliydi. Sadece algı
açısından değil, davranışların da başkalığını gözlemledik. Olanaklarını,
olasılıkların sınırsızlığını. Gündelik zamandan kopulmuştu. Sanatçı işte normal
zamanlarda kendi ayrı zamanını aratarak çalışan kişi olarak belirdi. Sanki her
an Gezi varmış gibi hayali bir zamanda yaşayan ve üreten kişi. Can Altay'ın Park:
Bir İhtimal işine mesela daha geri döneceğiz, kesinlikle düşünmek gereken
bir örnek. Gezi'ye iki adım uzaklıkta, sanki bir Gezi ön-modellemesi gibi bir
iş. Sanatçılar, formlar atıyorlar ortaya, denemeler, seçenekler, olasılıklar,
nüveler. İşin ismi de çok isabetli: Park, Bir İhtimal gerçekten de.
Gezi'de patlayan yaratıcılık her an ve her yerde kendini
gösteremiyor. Ele geçirilmiş mekana ve/veya zamana öncelikle gereksiniyor.
Taksim Komünü günlerinde o yüzden patladı. Orası halkındı ve halk tüm
yaratıcılığını gencinden yaşlısına özgürce patlattı. Ama aynı anda Ümraniye
sokaklarında aynı yaratıcılık dışavurulamıyordu. Daha beteri, biraz ilerleyip
Nişantaşı'na geldiğinizde de sokaklarda öyle bir yaratıcılık patlaması yoktu.
Halk kendi kendine bir sahne yaratmıştı Taksim Komünü'nde. (Duranadamın da
Taksim Meydanı'nın o an için herkesin gözünü çevirdiği bir sahne olduğunu
farketmesini, DHA kameralarının çektiği yeri hesaplayıp harekete geçmesini
akılda tutalım. Sahne, mevcut iktidar-siyaset gösterisinin tersine çevrilmesi
için kullanılan bir aşağıdan sahneye dönüştürüldü böylece.)
Sanatçı her gününü sanki ayaklanma ve direniş
zamanındaymış gibi yaşar. Sokaklara, meydanlara, parklara çeşitli
performansların gerçekleşeceği, bir yerleştirme yapacağı, bir görsel
paylaşacağı potansiyel yerler, sahneler olarak bakar. Bu anlamda sanatçı figür
Gezi zamanını, kapitalin akışının ve ritminin belirlediği gündelik hayata
taşırır. İsyan gerçekleştiğinde, yani hayat sanat olduğunda, sanatçının
jestleri hiç olmadıkları kadar faydalı, gerekli hale gelir, çünkü devrim zamanı
sanat zamanına benzer, veya sanat zamanı devrim zamanının devrim olmadan hayal
edilmesiyle kurulur diyelim. Ortada başka bir ritim, yoğunluk ve ton vardır.
Eğer sanat ile aktivizm faaliyetini beraber düşüneceksek
Gezi deneyimi önemli bir örnektir. Hangimiz Gezi’de 20 gün geçirdiğimizi
söyleyebiliriz? 20 isyan günü, 20 gün değildir, daha fazlasıdır, başka bir
şeydir. Sanat da böyle çalışır, hayatın ritmini askıya alır ve başka bir akış,
başka bir zaman yaratır ve haliyle bize hayatın, hayatı örgütleyenlerinkinden
başka bir ritmi olabileceğini hatırlatır.
Zaman meselesi “Occupy” hareketleri için kritik önemde.
Fiziksel bir mekan geri alınıyor elbet ama isyanlar genelde hep gün sayılarıyla
anılıyor. Tahrir 21 gün, Wall Street şu kadar gün gibi. Gün sayılarıyla anmak
yanıltıcı, çünkü aslen isyan zamanının özelliği sayılamamasında yatıyor.
İktidar günleri, saatleri, haftaları sayarken ve “vakit nakittir” şiarıyla
hareket ederken, isyan sayılamayan bir zamanı işgal ediyor. Tabii “işgal” de
aslen tartışmalı. Çünkü asıl işgal eden şirketler, devlet, kapitalizm vs. biz
onlardan geri alıyoruz.
OCCUPY GEZİ GEZİ'Yİ İŞGAL ET DİYE NEDEN ÇEVRİLMEDİ?
Nedense biz Türkçe'de işgal sözcüğünü kullanmadık, sevmiyoruz.
Occupy Gezi diyoruz, Occupy Taksim, Occupy Istanbul diyoruz ama özenle Türkçeye
çevirmiyoruz. Taksim'i İşgal Et demiyoruz mesela. Gezi İşgali demiyoruz.
Açıkçası Taksim'i bir işgalden geri alma havası o kadar hakim ki, parkı talanın
işgalinden hayat adına geri alma, rantın işgalinden geri alma havası öyle önde
ki, kimse kendisini işgalci olarak görmüyor ama herkes hayatı geri alan olarak
görüyor.
Öyleyse biz de şöyle değiştirelim: Gezi İştigali, Taksim
İştigali, İstanbul İştigali, giderek Kuğulu İştigali, Espark İştigali...
Eskiden sorarlardı ya: "Ne ile iştigal ediyorsunuz?" 28 Mayıs'tan
beri yaygın cevap şu değil mi: "Gezi ile iştigal ediyorum!" Direniş
bu haliyle bir kariyer değil, liderlerin yokluğunda hiyerarşilerin yokluğunda
herkes için bir uğraş, bir sürekli meşguliyet.
"Çok yoğunum bu hafta buluşmayalım," değil,
"çok meşgulüm, bu hafta her gün görüşebiliriz! Gezi'de, Kuğulu'da, forumda
buluşalım!"
Birlikte kendimize meşgaleler, uğraşlar yarattık,
yaratıyoruz. Ama bu kez oyalanmak için değil gerçekten fark eden şeyler için. O
yüzden OccupyGezi Gezi'yi İşgal Et değil, o yüzden Gezi polis kontrolünde
olduğunda kimse giremiyor ve dört tarafı nöbetçilerce ve kordonlarla sarılı
oluyor ama Gezi halk kontrolünde olduğunda her dileyen özgürce girebiliyor ve
orada zaman geçirebiliyor, kendisine dilediğinde meşgaleler yaratabiliyor! O
yüzden Gezi'de herkes bir şeyler uğraşıyordu. Bir Occupy Wall Street eylemcisi
"işimi kaybettim ama bir meşgale buldum" ("I lost my job but
I found an occupation") demiş, meşgale/occupation, işgal/occupy
sözcüklerine gönderme yaparak.
Burası önemli, kimsenin zamanının olmadığı, her şeyin
hızla ve hırsla aktığı bir zamandan herkesin zamanının olduğu, bir nevi kendi
zamanını geri aldığı, işgal ettiği bir an yaratıyor isyan. İsyan yavaşlamayı
merak edenlerden oluşuyor. Sanatın nasıl hayatı işgal edebileceğine dair bir
öneri de burada yatıyor. Uzun zaman isteyen işler, bir videoya maksimum 1,5dk.
dikkatimizi verebildiğimiz günlerde uzun zamanlı filmler, izleyiciden kendisine
zaman ayırması talep eden ürünler ortaya çıkarmalı. Duran adam eylemi de bu
bakışla okunabilir. Sonrasında insanlar birer saat durarak eylemi çoğalttılar
ama duran adam sekiz saat durmuştu ve polis tehdidi olmasa daha da duracaktı.
Bir mekanı almanın sırrı ilk önce kendi zamanımızı vermekten geçiyor. Dünyada
son yıllarda etkili olan hareketlerin hepsi aynı yaklaşımı kullanıyorlar. Bu
önceden belirlenmiş bir strateji değil, hayatı biçimlendirmeyi, başka türlü
ilişkiler kurmayı hedefleyen her yaklaşımın ortak akılla uyguladığı, kapitalin
asıl olarak zamanı planlayarak işlediği ve bizi hızla işe koştuğu bir bağlamda
ortaya çıkan ve zamana talip olan bir yönelim. İşin başka bir ilginç tarafı da
zamanı aldığımızda, zamanın ne kadar sonsuzlaşabileceğini fark ediyoruz.
Öncelik, sonralık ve ilerleme mantığından
bağımsızlaştığında an sonsuzlaşıyor ve çoğalıyor. Gezi parkında ne olduğuna
kolayca el koyulmamasının, sıraya sokulamamasının altında bu sonsuzluk ve
çoğalma yatıyor. Hiç kimse kavrayamayacak ne olduğunu, hiç kimse sayamayacak
kaç gün olduğunu…
Buradan sanat faaliyetinin ne olmasına, direnen bir
sanatın nasıl olabileceğine dair bir çerçevenin ortaya çıkabileceğini
düşünüyoruz.
ŞİMDİ SORUYA DÖNELİM: GEZİ'DEN SONRA BİENAL'E GEREK VAR
MI?
Şimdi soruya dönelim: Gezi’den sonra Bienal’e gerek var
mı? Film festivali de Caz Festivali de Bienal de İKSV'nin kendi kendisine
ihtiyaç varsayıp başlattığı etkinlikler, zaten halk oylamasıyla çağırılmış
etkinlikler değil. Belediyenin kurumları da değil. Bienal kendi bilir nasıl
devam edeceğini, küratörler, sanatçılar kendileri bilirler katılıp
katılmayacaklarını nasıl katılacaklarını, izleyiciler kendileri bilirler gidip
takip mi edecekler OccupyMuseums hareketindeki gibi işgal edip içinde
tartışmalar forumlar mı organize edecekler, yoksa slogan atıp kendi
kendilerinin reklamını yapıp dağılan bir grup mu öne çıkacak. Bizim
ilgilendiğimiz şu: ister bienal içinde olsun ister dışında, ister anonim olarak
Gezi'de ister imzasıyla Gezi'ye iki adımlık başka bir parkta, ister yeni bir
galeride ister yeni bir forumda, siyaseti olan sanata ihtiyaç var, hatta
eskisinden de çok! Gezi’nin sanatçılar için çıta yükselttiği bir gerçek ama bu
bir engel değil aksine daha girişken, korkusuz ve güçlü işler çıkartmak için
güven ve destekleyici bir güç. Biraz da meydan okuma: hadi bakalım şimdi ne
espri yapacaksınız bir görelim dediler ya mizahçılara, onun gibi, hadi bakalım
şimdi ne performans yapacaksınız, şimdi nasıl bir kamusal sanat yapacaksınız,
şimdi nasıl bir katılımcı sanat yapacaksınız, şimdi nasıl bir enstelasyon,
şimdi nasıl bir video yapacaksınız! Keyifli, önaçıcı bir meydan okuma. Çıtanın
yükselmesinden herkes memnun, mesela Met-Üst'ü şimdi daha fazla kişi takip
ediyor, tahminimizce Met-Üst de memnundur, daha bir hevesle espri yapıyor yeni
metinler hayal ediyordur, yazıdaki duvarla sokaklardaki Taksim Komünü
günlerindeki duvarlar gözünde içiçe geçiyordur.
Biraz karşılıklı emprovizasyon gibi, ya da atışan aşıklar gibi. Çünkü
artık daha fazla hazır göz var! Gezi’den sonra güncel sanatın anlamını, önemini
ve gücünü arttırdığını, daha fazla anlam ve önem kazandığını, izleyicisi ile
ilişkisini geliştirmek ve tartışma tetikleme kapasitesinin, gerçekten kamusal
bir faaliyet haline gelebilmesinin önünün hiç olmadığı kadar açık olduğunu
görüyoruz. Güncel sanat alanında, sanat faaliyetinin gereksiz, aktivizmin ise
asıl olduğunu söyleyerek öncülüğe soyunan ve sermaye tarafından desteklenen
etkinliklerin tamamen manipülasyon olduğunu iddia eden dilin etkisiyle gelişen
ve sanatçıları yaygın bir sinizme sürükleyen atmosferin Gezi etkisi ile
dağılmaya başladığını, birçok sanatçının hitap edeceği izler çevreyi somut bir
şekilde önünde gördüğünü, kendi faaliyetine olan inancını pekiştirdiğini
saklamak imkansız hale geldi.
Tam da bu etkileşimi gören ve muhtemel sonuçlarına engel
olmak isteyen yerel ve merkezi otoritenin elinde her olanakla kamusal işleri
engellemeye çalışacağını sezmek zor değil. Bu nedenle bu sene Bienal istediği
kamusal etkiyi yapamayabilir ama yine de beslenmek isteyen gözlerin Bienal’e
bakacağını tahmin ediyoruz, türlü etkileşimlerle, iştigallerle. Fakat daha da
ilginci, kendiliğinden kamusal iş/sergi girişimleri kurumsuz olarak da sağdan
soldan patlayacaktır.
Yeri gelmişken “İyi De Banane” adlı yazımıza gelen
eleştirilere de değinelim. En fazla karşılaştığımız “ne yani sponsorlu sanat
devam mı etsin, hiç mi sorun yok şirketlerin sanatı yönetmesinde” serzenişiydi.
Hayır söylemeye çalıştığımız o değildi, çok basit bir şey söyledik aslında:
sanatın öznesi sanatçılar, küratörler, eleştirmenlerdir; sponsorlar, şirketler,
yöneticiler değil. Her merkezine sponsorları, şirketleri, yöneticileri alan
eleştirel muhalif konumun asıl yaptığı sanatçıları ve sanat üretimini, sanat
üretiminden yayılacak siyasayı değersizleştirmek ve onu arka plana itmektir.
Tekrar Ece Ayhan’ı hatırlayalım, “aşk örgüt kurmaktır” değil “aşk
örgütlenmektir” diyordu. Artık Gezi deneyiminin sonrasındayız ve bu ikisi
arasındaki ayrım bizim için kristal netliğinde olmalı. Sanatı kurtarmak mı
istiyorsunuz? Sanatçı birliği kuracak ya da sanatı sermayenin sponsorluğundan
kurtaracak solcu örgütü beklemeyin. Hemen inisiyatif alın, dergi çıkartın ve
çevresinde örgütlenin, bir kolektif kurun ve birbirinizle farklı şekilde
ilişkilenin, enerjinizi şu ya da bu sponsorun ya da yöneticinin ne yaptığına,
ne yapması gerektiğine harcamayın, sanatla ilişkinizin merkezinizde sponsorlar
değil sanat olsun. Şunu tekrar tekrar vurgulamalı sanıyoruz: sponsorlu sanata
yönelip, sanatlığına değil ama sponsorluğuna ilişen her muhalif tavır sponsoru
daha da büyütüp sanatı daha da küçültmektedir. Bu aynen Gezi parkına bakıp,
arkasında çeşitli manipülatif oyunlar, örgütler, planlar gören veya bu her şeyi
yönetmeye kadir aklı arayan, kendi kendini güçsüzleştirirken canavarı
fetişleştiren sinik konuma denk geliyor. Söylenegeldiği gibi birileri böyle
oyunlar oynamak isteyebilir, yönetmek, belirli bir yere kanalize etmek,
flamasıyla damgalamak istediği gibi logosu ile damgalamak isteyebilir. Bununla
kendi pratiğimiz, birbirimizle kurduğumuz ilişkiler ile inisiyatif alarak
mücadele ederiz ama kendi konumumuzu onun logosuna ya da flamasını merkeze
alarak belirlemeyiz, “Kahrolsun Bağzı Şeyler!” der geçeriz.
Sanat alanında ve üretim koşullarında birçok sorun var
ama bu sorunlar sponsorlardan ve yöneticilerden kaynaklanmıyor temelde, sanat
alanının öznelerinin kendilerini özne olarak görmemelerinde, kendine
güvenlerinin, faaliyetlerine ve sanatsal bilgi üretimine, sanatın siyasallığına
dair inançlarının zayıf olmasından kaynaklanıyor. Alandaki öznelerin birbirlerine
ve yaptıklarına olan inançları arttıkça –ki Gezi direnişinin böyle bir etkisi
olması muhtemel- sponsorlu sanat tartışmasının aslında ne olduğunu hep beraber
göreceğiz: Kendi gücümüzü, potansiyelimizi yatırıp, ağıt yaktığımız bir musalla
taşı.
Sokaklarda dedikleri gibi: "oltaya gelme voltaya
gel!" Duranadamdan hevesle herkesin bir yerden kendi performans dalgasını
yaratmaya çalışmasının nasıl geniş bir yaratıcılık havuzu açtığını hayal etmek
bile zor...
Konu uzun ve canlı, bir sürü ele almayı düşündüğümüz tema
ele alınamadan kaldı. ama burada kesiyoruz. Daha çok yazmak, çok konuşmak, çok
dinlemek gerekecek nasılsa. Bir kez daha Hakan Vreskala'yı açarak kapayalım,
evet: "taşlar sopalar darbukalar omza!"[11]
[1] Hakan
Vreskala'nın Dağılın Lan şarkısına göndermeyle söylüyoruz. Şarkının
stüdyo kaydını içeren bir video burada:
http://www.youtube.com/watch?v=d8VWQSR8vwU. Ama esas barikattaki versiyon
önemliydi: http://www.youtube.com/watch?v=cjfoXoz69sw. Vreskala'ınn Dağılın
Lan'ı Ece Ayhan'ın Yort Savul'uyla neredeyse birebir aynı anlama geliyor.
Yort Savul ya da bugünden söylersek Yort Çapul, veya daha doğru bir çeviriyle
Çapul Savul. Barikattaki performansın sonunda slogana bağlanması, mekan vs de
tam isabet.
[2] Gezi'den
sonra insanların yürüyüşlerinin bile değiştiği esprisini Bülent Usta'nın bir
tweetinden aldık.
[3] İyi de
Banane, Onat Kutlar'dan Bugüne Sanat Dünyasının Ekonomi-Politiğine Dair Güncel
ve Gerekli Bir Müdahale, Süreyyya
Evren-Burak Delier, 22.05.2013, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=953,.
Erişim 2 Temmuz 2013.
[4]
Occupy, Three Inquiries in Disobedience içinde, Michael Taussig-Bernard
Harcourt-W.J.T. Mitchell, The University of Chicago Press, Chicago ve Londra
2013
[5] http://www.sendika.org/2013/03/saltta-protesto-biz-hala-orgutluyuz/
[6] Güncel
sanatın politikleşmesine en çok saldıranların açıktan güncel sanatın illa ki
sanat eleştirel olmalı gibi bir hava yaratmasına kızıyor, ne gerek var
eleştirel olmasına, Picasso eleştirel miydi diyorlardı. Tabii Picasso aslında
eleştireldi de karıştırmayalım, deha Picasso imajından bahsediliyordu. Şuna iyi
bir örnekti: güncel sanatın siyaset alanında sözalmasını kendi (varsaydıkları)
tekellerine müdahale olarak görenlerin tertiplediği bir güncel sanatı
siyasetten, eleştirellikten uzaklaştırma kampanyasıydı Gezi öncesi yaşadığımız.
[7] Bu konuda
Emre Koyuncu ile P. Burcu Yalım'ın bize getirdikleri eleştiri kuşkusuz yerinde.
Çiçek böcek sanatı ifadesini kullanırken daha dikkatli olmak gerekir, aynı
kategorileştirme tuzaklarına düşmemek adına özenle söylenmeyince sanki 'politik
sanatın yeri' sabitmiş gibi bir anlam çıkabiliyor, başka sakıncalarının yanı
ısra. Sanat ve Sponsorları Üzerine Notlar, Emre Koyuncu & P. Burcu
Yalım, Birikim online, 02.07.2013, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=986&makale=Sanat%20ve%20Sponsorlar%FD%20%DCzerine%20Notlar.
Erişim 3 Temmuz 2013.
[8] Olaylar
sırasında bile Salt Galata'da SSCB dönemi mimarlığıyla ilgili hayli etkileyici
bir sergi vardı. Hala da açık. Yerelde Modernler, Salt Galata, 8 Mayıs -
11 Ağustos. Yerelde Modernler ismi serginin Sovyetler temsilini biraz
gizliyor, serginin ismi 'SSCB'de Mimarlık' olsa, tabii Gezi öncesi kafayla,
birileri basıp 'Biz Hala SSCB'yiz' yazabilirdi duvarlara. Sonra da Salt bunları
etiketleyip sanat eserine dönüştürürdü Beyoğlu'nda yaptıkları gibi.
[9] İlginç
bir rastlantı da şu oldu: tam da Gezi patlak verirken İstanbul'da, Gezi'ye epey
yakın Pilot Galeride Cengiz Tekin'in sergisi sürüyordu. Gezi'de doğan bir
sözcüğü kullanacak olursak, chapulling kültürü gündüz işe gidip
akşamları eylemlere katılmayı içerirken insanlar sık sık 'gündüz Clark Kent
gece Süperman' esprisini yapıyorlardı. Gezi'de bir çadıra da asılmıştı bu ifade
yazılıp. Gezi'ye gidip de önce bu ifadeyi sonra namaz kılan müslümanları
gördüğünüzde Şener Özmen'in Süpermüslüman serisindeki şakanın tehditkar gücünü
anlıyordunuz. Kimleri tehdit ettiğini de.
[10] The
Democracy Project, David Graeber
[11] Vreskala'nın
bu sözü de açıktan artık sokaklarda atılabilen bir slogana dönüşen 'faşizme karşı
bacak omza'ya bir gönderme gibi görünüyor.