17 Şubat 2011 Perşembe

Sanat Neden Önemli?

Burak Delier

Mesele dergisinin 50. sayısında Foti Benlisoy’un kaleme aldığı Atina’dan Tunus’a: Öğrenci-gençlik Muhalefetinin Değişen Karakteri adlı Mısır ve Yunanistan ayaklanmalarını karşılaştırarak okumaya çalışan bir yazı var. İlginç bir şekilde günümüzde sanatın durumunu anlamaya çalışan herkese bu yazıyı tavsiye edeceğim. Yalnız tek bir farkla “öğrenci” kavramını “sanatçı”, “eğitim”i de “sanat” ile yer değiştirerek okunmalı yazı.

Malum, sanat alanı tartışma yeteneğini yitirdi. Açılan büyük kurumların ve galerilerin ortama saldığı afyon etkisi bunun en güncel nedeni olabilir. Ama uzun zamandır güncel sanat tartışmalarını genelde ithal ediyor. Burada “ithal” ile yurtdışından çağırmayı değil, diğer sosyal bilim alanlarından çağırmayı kastediyorum. Sosyoloji, siyaset, antropoloji gibi alanlardan devşirilen teorik alt yapı ile yürüyor birçok tartışma. Bu da çok eleştirilecek bir durum değil aslında güncel sanat sosyal bilimlerin amatör bir ruh ile sorumsuzca bir araya getirilebileceği deneysel ve açık bir ortam sunuyor. Ama bu ortamı yeterince değerlendirebiliyor muyuz, bu konuda büyük soru işaretleri taşıyorum.

Son zamanlarda sanat alanındaki dönüşüme bakarak bir sanatçının ya da bir eleştirmenin rahatça yazabileceği ve verimli bir tartışmanın tetikleyicisi olabilecek yazı sanata hiç dokunmadan ve bambaşka niyetlerle yazıldı. Foti Benlisoy’un yazısında en çarpıcı yan “ayrıcalıklı bir konum olarak öğrenciliğin” aşınması meselesi. Son zamanlardaki öğrenci hareketlerinin ortaya çıkmasını, (Yunanistan’da Alexis, Tunus’da Buazizi) öğrenciliğin ayrıcalıklı konumun aşınmasına ve öğrencilerin emek piyasasının baskılarını daha okuldayken hissetmelerine ve önlerinde güvencesiz, kırılgan bir gelecek görmelerine bağlıyor. Burada amacım bu ayaklanmaları enine boyuna tartışmak ve siyasal sonuçlar çıkartmak değil. Fakat her iki ayaklanmaya bakıldığında sağlıklı bir gözün ilk göreceği salt ekonomik dertlerin tetiklemediği, sınıflar ötesi, kendiliğinden gelişen yatay bir örgütlenmenin söz konusu olduğu. Tahrir meydanına baktığımızda ne görüyoruz? Örgütler mi, bayraklar mı, gruplar mı, ideoloji savunucuları mı? Hayır, belli bir dert çerçevesinde birleşmiş, kendi sınıfsal, ideolojik görüşlerini geride bırakmış ve sadece politik ya da ekonomik sistemi değil hayatı dönüştürmeye aday bir güç. Son olarak, Yunanistan örneğinin en bariz farkı anarşistlerin ve anarşizan örgütlenmelerin sürükleyici, dönüştürücü etkisi. Tunus’da ya da Mısır’da bu yoktu, fakat meydanlara baktığımızda teker teker bireylerin katılımıyla gelişen ve büyüyen anarşizan ruhu hissedebiliyorduk. Bu anarşist canlanma üzerine düşünmek ve bu canlanmayı anlamak gerekiyor. Bu canlanmanın başlıca nedenlerinden birinin neo-liberalizm ve onun yönetim mantığı olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizme bir alternatif aranacaksa bu ekonomik dertleri, siyasal güç yapılarını, bilinç taşımayı öne alan ortodoks bir konumda değil, tam da bu canlanmanın içinde aranmalı.

Özellikle Buazizi’nin kendini yakması; yani, kasa fırlatmak ya da makine kırmak yerine, isyanını haykırmak amacıyla tek sermayesi olan kendisini yok etmesi günümüz kapitalizminin mantığı açısından oldukça manidar. Elbette kendini yakma hareketi doğuya dair kültürel bir tarzın işareti olarak paketlenebilir ama ben bu hareketin bizzat siyasetin nesnesini ve öznesini işaret ettiğini düşünüyorum. Çünkü bugünkü kapitalizm bizzat kişinin kendi’liğinin bir sermaye ve girişim olarak görülmesini dayatıyor. (Hatalı bir biçimde Foucault’nun son döneminde kendilik teknolojilerine dönmesi siyasetten uzaklaşma olarak okunuyor. Oysa “kendilik”(self) bugün bizzat hem üretimin merkezi hem de siyaset oyunlarının döndüğü alan.)

Ayrıcalıklı bir konum olarak öğrenciliğin aşınması sürecinin bir benzerinin sanat alanı için de geçerli olduğunu söyleyeceğim. Hatta neo-liberalizmin yönetim mantığı açısından tam bir paralellik söz konusu. Elbette sanatçının ayrıcalıklı konumunun aşınması süreci yeni bir şey değil. Fakat sanat alanında genelde söze böyle başlandığında dönüp dolaşılıp “kültür endüstrisi” veya “kurumsal eleştiri” başlıklarına geri dönülür. Bu da güncel sanat alanına özgü bir kısırlığın göstergesi. Halbuki bugün “kültür endüstrisi” anlamını ve işaret ettiği nesneyi kaybetmiş bir kavram, bugün tıpkı eğitimin sermaye mantığı ile düzenlemesi gibi sanat alanı da “endüstri kültürü”nün etkisine girmiş gözüküyor. Sanat alanını eğitimden ayıran ve güncel yönetim mantığının işini kolaylaştıran sanatın kolaylıkla piyasa mantığıyla, girişimcilik ve hizmet sektörünün mantığıyla çalışabilmesinde yatıyor. Ne eğitim ne de sanat modern tasavvurdaki işlevlerine ve konumlarına sahip değiller. Sanat alanı da diğer alanlar gibi üretim ve tüketim mantığı uyarınca organize ediliyor. Sanatçı eleştiri sunan bir entelektüel değil, yarı işçi yarı girişimci diyebileceğimiz küçük bir üretim birimi olarak tasavvur ediliyor. Bunun yanında endüstrinin de 50 ve 60’lardan itibaren giderek entelektüelleşmesi, hatta “sanatlaşması” süreci de sanatın üreticileşmesi süreci ile kaynaşıyor. Kültür endüstrileşirken, endüstri de kültürelleşiyor.

Bu sürece özerkliği şüpheli ayrıcalıklı konumunu savunan defansif bir yerden tepki vermenin bizi bir yere götürmediğini düşünüyorum. Aksine sanatçıların ve öğrencilerin güvencesizleşmesi veya “proleterleşmesi” daha yaygın ve birleştirici bir hareketin potansiyelini de beraberinde getiriyor. Sermayenin küreselleşmesi ve neoliberal yönetim anlayışının her alana yayılması modern düzeneklerin, ayrı ve ayrıcalıklı alanların korunaklı duvarlarının altını oyuyor. Ulus devlet, disipliner eğitim, kamusal alan, bürokratik ve piramidal parti gibi modern yapılar işlevsizleşiyor. Onların yerine ufukta farklı oluş, yapış ve direniş biçimleri beliriyor. Seattle da dâhil olmak üzere, kendine özgü bazı farklarla Yunanistan, Tunus, Mısır ayaklanmalarını bu bakışla okumak gerektiğini düşünüyorum.

Örneğin 68’de öğrenciler ve işçilerin birlikteliği sosyal bir sınırın aşılması ve karşılıklı destek jestleri ile kuruluyorken bugün arada böyle bir sınır yok ve jestlerin ötesinde bir birliktelik halini paylaşıyoruz. Yalnız şunu belirtmeliyim bu birliktelik bir potansiyel olarak var, gerçekleşmesi bizim bu yönde çalışmamıza ve yeni ruhu kavramaya açık dimağlarla durumları ele alma yeteneğimize bakıyor. Öğrenci, solcu, entelektüel ve sanatçıların kullandığı eski yöntemleri ve yaklaşımları sorgulayarak devam etmeliyiz. Bugün öğrenci veya sanatçı işçiye göre daha ayrıcalıklı bir konumda bulunmuyor. Son yirmi sene içindeki ayaklanmalara bakıldığında siyasetin ayrıcalıklılarının da ortadan kaybolduğunu görüyoruz. Seattle’da ya da 2003 savaş karşıtı hareket içinde, 2008 Yunanistan’da, 2011 Tunus ve Mısır’da ayrıcalıklı bir konumda kristalleşen hiçbir –siyasal ya da değil- özne olmaması da bunu destekliyor. Piramitler oluşturmayan yatay yönelimli hareketler bunlar. Parçalanmış hatta atomize olduğu söylenen toplumlar fakat belli anlarda bu parçalanmışlık paradoksal olarak çok geniş ve farklı kitlelerin kolaylıkla yan yana durmasına ve dayanışma ruhunu ortaya çıkarmasına sebep oluyor. Bu anları daha çoğaltmaya ve bulunduğumuz alandan yatay kanallar açmaya bakmalıyız.

Bugünkü görev yazıklanarak modern kurumları ve özneleri tekrar tesis etmeye çalışmak değil, neoliberalizme gerçek bir alternatif oluşturabilecek, bu aşağıdan yatay öznellik biçimlerini, ideolojik gözlüklerimizi ve alışılmış terminolojimizi bir tarafa koyarak okumaya çalışmak ve kendi alanımızın ve konumumuzun dönüşümüne kulak kabartmak. Siyaset yapma biçimdeki değişikliğin eleştirel ve sol bir sanatı da değiştirmemesi düşünülemez. Bugün sanat alanının ve sanatçının önemi dışarıda, özerk ve ayrıcalıklı olmasından değil tam da üretim ilişkilerinin merkezinde olmasından ve bugünkü kapitalizmin üretici araçları olan yaratıcılık, öznellik, bilgi, kavram gibi öğelerle çalışıyor olmasından kaynaklanıyor. Yani, sanat dışarıda değil tam da merkezde olduğu için önemli.