Burak Delier
Sendikalı oldukları
gerekçesi ile işten çıkarılan Borusan Lojistik işçileri Borusan Kültür ve Sanat
Evi’ni işgal ettiler ve toplantı talebinde bulundular. Bundan önce Borusan
Holding’in Perili Köşk’te bulunan merkez binası önünde çadır kurmuşlar ve
seslerini duyuramamışlardı. Aya İrini’de Borusan Filarmoni orkestrasının
konseri öncesi eylem yapmışlar ve yine seslerini duyuramamışlardı. Kültür ve
Sanat Evi işgalinden sonra görüşme talepleri kabul edildi. Görüşmeden çıkan kararlara
göre, işten çıkartılanların kıdem tazminatları ödenecek ve şirkette çalışmaya
devam eden sendika üyeleri üzerindeki baskı kalkacak.[1]
İşçiler, Kültür ve Sanat Evi’ni işgal ederek sonuç almış gözüküyorlar. Talep ettiler,
karşılanmadı; çeşitli eylemler yaptılar olmadı; en sonunda Kültür Merkezi’ni
işgal ettiler, talepleri duyuldu ve amaçlarına ulaştılar.
Şunu da belirtelim,
Kültür Merkezi işgal edilirken Mercan Dede ve Carlito Dalceggio’nun
“Revolution-Revelation” adlı sergileri sürüyordu. Basın bültenine göre “sergi
herkesi içsel bir değişime ve dönüşüme davet ediyor.”[2]
İlk başta serginin “devrimi” ile işçilerin eylemi çatışıyor gibi görünse de
aralarında gönülsüz bir ilişki var. Bir yanlış yankılanma ile Kültür Merkezi’nin
vitrininde yazan “Revolution” kelimesi, işçilerin işgal eyleminden sonra başka
bir anlama gelmeye başlıyor, işçiler sergiden ve kurumdan anlamı çalıyorlar. Serginin
içe bastırdığı ve tanınmaz kıldığı arzuyu işçiler gerçekleştiriyor diye de okuyabiliriz;
sanat ve politik eylem arasında bir etkileşim söz konusu. Sergi ve kurum bastırılmış,
ehlileşmiş ve bir fona indirgenmiş olsalar da zımni suç ortakları konumundalar.
Sergi içeriğini, amacını
dışarıda bırakarak, genel olarak sanat kurumları bağlamında bu olayı olabilecek
en sorunsuz sanat-siyaset ortaklaşmalarından biri olarak okuyorum. Örneğin, Artur Żmijewski’nin 7.
Berlin Bienali’nde giriştiği ve daha ölçülü örneklerine çokça şahit olduğumuz,
aktivist pratikleri sanat alanına taşıma alışkanlığından çok daha anlamlı ve
değerli Borusan işçilerinin yaptığı. Nedeni basit, işgal hareketleri işgal
ederken değerliler, sanat alanını bir tartışma, konuşma, aktivizm alanına
çevirdiklerinde hem sanat pratiğini anlamsızlaştırıcı bir etki yapıyorlar hem
de siyasal öznelik konumlarını yitirip seyirlik nesnelere dönüşüyorlar. İki
taraflı bir zayıflama ile sonuçlanıyor bu tür basit taşıma eylemleri. Bu iki
ilişki biçimden, Borusan işçilerinin davetsiz işgali sonrası beliren gönülsüz işbirliği ve Berlin Bienali’ndeki davetli işgal tiyatrosundan daha dönüşmüş ve daha dönüştürücü, birbirini
besleyen başka türlü bir ortaklaşmaya ihtiyacımız var…
Borusan işçilerinin işgal
eyleminin ortaya attığı bir diğer şey de, sanat kurumlarının, sanat söyleminin
“özgürlükçü”, “genel solcu” havasından dolayı meşru ve etkili bir eylem alanı
sunduklarının ispat edilmesi oldu. Holdingler, şirketler ve genel olarak
sermaye bu kurumlar aracılığı ile daha dokunulabilir, kırılgan, nüfuz
edilebilir hale geliyorlar. Kamusallık iddiasında bulunuyorsanız, kamusal olan
gelip size yerleştiğinde, reddetmek ve kapı dışarı etmek seçeneklerini
büyük ölçüde elden çıkartmış oluyorsunuz. (Kapı dışarı edilebilirler elbette
ama sonrasında kurumu da, bütün söylemiyle beraber iptal etmek gerekecektir.) Bir holdingin
sanat kurumu ne kadar görünür ve kuvvetli ise holding o kadar dokunulabilir
hale geliyor. Aslında bu her türlü halkla ilişkiler ve reklam kampanyası için de
geçerli. Bu kampanyalarda şirkete giydirilen kostüm belirli bir performansa işaret ettiğinden, holdingin başına bela
açabiliyor. Kaldı ki sanat kurumları, her hangi bir halkla ilişkiler ve reklam etkinliğine
göre politik doğrucu söylemlerin gırla uçuştuğu açık mekânlar sunuyorlar.
Borusan işçilerinin yaptığı sadece yönetimden bu söylemin işaret ettiği
“performansı” talep etmek oldu. Kültür kurumları toplumsal hareketler için
etkili ve görünür olabilecekleri, söz alabilecekleri bir bağlam sunuyorlar. Belki
de Türkiye’de kopmuş olan sanat ve toplumsal hareketler ilişkisi bu şekilde
dolaylı, mesafeli ve zımni bir biçimde tekrardan canlanabilir.
Zucotti Parkı, Kasım 2011. |
İşgalin Kültürel Politikası
Peki, bu zımni ve gönülsüz ortaklığın
dışında işgal hareketleri ile sanat pratiği arasında nasıl bir etkileşim hayal
edilebilir? Nedir işgal jestinin anlamı ve sanat pratiği ile nasıl
ilişkilenmeli? İşgal hareketleri içinde birçok kritik tartışma yürütülüyor;
bunlardan bir tanesi de, New York’taki hareketin gelişme safhasında ortaya
çıkan “talep” tartışması idi. Dört başı mağrur bir toplumsal hareket
olacaksanız, programınız, belirli ve makul bir talep listeniz olması gerekir
diyen ciddi “politik” sesin baskısı, işgalciler tarafından sırasıyla çok sayıda
talebin yarattığı karmaşa, talepsizlik ve gerçekleşme şansı olmayan talepler
ile karşılandı. Bu taleplerden biri, bütün döviz ve finansal para işlemlerinden
Robin Hood Vergisi adı altında %1 vergi alınmasıydı. Karmaşa, dev talepler,
talepsizlik işgal hareketlerinin iktidarın ciddi sesine verdikleri cevaptı. İktidar
bu talepleri anlamaya çalışırken, onlar işgal ettikleri meydanlarda, özgür
mutfaklar, açık kütüphaneler kuruyorlar, kapitalist olmayan ilişki biçimlerini
araştırıyorlar, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın ruh yükseltici etkisini
deneyimliyorlardı.
İşgal hareketlerinin
talepsizlik, karmaşa ve dev talep taktiklerinin, iktidarın talep tuzağını boşa
çıkartan günümüzdeki toplumsal hareketlerin politikalarının kurucu öğesi
haline gelmeye başlamasının işareti olduğunu düşünüyorum. Aynı talep etmeme ve karşılık
beklemeden gerçekleştirme politikasını Zapatistalar’ın manifestolarında ve
pratiklerinde; Kürtlerin iktidarın icazetini beklemeden Kürtçe konuşmaya, köy
isimlerini Kürtçe yazmaya başlamalarında, belediyelerin kendi başlarına
giriştikleri sosyal çalışmalarda da görmek mümkün. Talebe dayalı bir politika iktidar
ile ilişkiyi yeniden tesis eden bir araç ve bu anlamıyla da bir tuzak olarak
işliyor. Talep bizatihi toplumsal ve politik hareketin gücünü tekrar iktidara
devrediyor. Onun yerine iktidara sunulacak taktik bir talep ya da dev talepler
ya da karmaşık talepler özerkleşme ve güçlenme için çok daha elverişli araçlar
olarak ortaya çıkıyorlar. Bu taktiksel talepler ya da talepsizlik hem bir direnme
siyaseti barındırıyor hem de iktidarın manipülasyonuna fırsat vermeden hayatı şimdi ve burada dönüştürmek için alan ve
zaman yaratıyorlar.
Talepsizlik, karmaşa ve
dev talep taktikleri sanat pratiğini nasıl dönüştürebilirler? Toplumsal
hareketlerin fotoğrafını, videosunu çeken, heykelini yapan, onları Bienal’e
davet ederek sanatı da politikayı da anlamsızlaştıran sanat pratiklerindense,
nasıl dönüşmüş bir sanat politikası hayal etmeliyiz? Sanat nasıl talep etmez,
nasıl karmaşa yaratır ya da dev bir talepte bulunur? Kısacası sanat nasıl bir
özerkleşme ve direnme pratiği haline gelir? Bu minvalde “eleştirel” yaklaşımlar
anlamlarını ve işlevini yitiriyor gibi. Çünkü eleştiri çoğu zaman-her zaman
değil- nesnesini yeniden üretmeye aday. O halde basit eleştirel ve politik
sanat örneklerini ötelememiz gerekecek. İzleyiciden hemen tüketeceği bir nesne
için dikkat talep etmeyen, izleyici ile bir ilişkiyi kovalamayan, sosyal matrisin çeperinde bulunan pratikleri
aramalıyız. O halde “ilişkisel estetik” kavramlaştırmasını da bir kenara
koymamız gerekecek. Çünkü parçalanmış toplumsal zeminde kopmuş ilişkiyi
onarmaya çalışmıyoruz, dünyadaki meseleler ilişki onararak veya katılımcı sanat
pratikleri ile kotarabileceğimiz basitlikte ve hafiflikte değil; aksine güçlü,
derin, öznel bir direnme politikasını araştırıyoruz.
Talepsizlik politikası
ister istemez bu dünyadan bir kopuş ve başka türlü bir dünyanın oluşturulması
pratiğini aynı anda barındırıyor. İşgal etme eyleminde ve işgal edilmiş
meydanların fotoğraflarında da bunu görüyoruz. Sadece işgal etmiyorlar, tıpkı
Hakim Bey’in geçici özerk bölgeler tanımlamasında olduğu gibi, dışarıdaki göz
ile ilişkileri sorunlu, kolayca okunamıyorlar, ancak içine girilip deneyimlenecek
mekanlar bunlar. İçeridekileri, niyetleri, amaçlarını, anlamlarını –program ve talep
listeleri şeklinde- kolayca ele vermeyen, belki de belirli bir niyeti olmayan,
çelişkiler ve karmaşa ile dolu, labirentimsi, dolayısıyla iktidarın rasyonel
gözü için sessiz bir engelle kapatılmış, fakat aşağıdan temas etmek, yatay bir
ilişki kurmak isteyenler için ise olabildiğine açık ve sonsuz mekânlar olarak
kurulmuşlar. Dolayısıyla bizim izleyici ile kuracağımız ilişki de dolaylı ve
aşağıdan gelişmeli, kendini açık etmeyen gizli bir dil ve anlaşma gibi
kurulmalı.
Oysa bugün böyle bir
kültür ve sanat politikası tamamen geçersizleşmiş gözüküyor. Her Bienal, her sergi, her
sanat kurumu toplumsal sorunları hedeflediğini söyleyerek kendini
meşrulaştırmaya çalışıyor. Günümüzde güncel sanat alanında birçok örneğini gördüğümüz,
adı konmuş toplumsal ve siyasal meseleleri hedef alan (kimlik, toplumsal
eşitsizlik, tarih okumaları, aktivist ve propagandist yaklaşımlar vs.) ve belirli
bir eleştiri geliştirerek ilişki kurmaya çalışan sanat ve kültür üretimleri aslında
bizzat kendi arzularının, etkili, güçlü ve direngen bir olanak yaratma
potansiyellerinin altını oymaktalar. İktidara tavsiyeler, öğütler, yeni bilgiler sunan baş danışman
figürü beliriyor imgelemimde… Belki de
günümüzdeki kültür dünyasının temel başarısızlığı ilişki kurmak, topluma ve
yönetime anlamlı bir katkı yapmak niyetinden kaynaklanıyor.
Paradoksal gözükse de,
toplumsal eşitsizliği hedefleyen ve adalet arayışı ile tanımlanan işgal hareketlerinin
talepsizlik politikalarından çıkarak, “aktivist” bir sanat pratiğinin tam da
eleştirisini ve sözünü saklaması gerektiğine, ancak bu şekilde direngen bir
tavır geliştirebileceğine vardık. Elbette bu ancak içselleştirişmiş normalliğin
gözünden paradoksal. Yoksa bizim çarpık bakışımızla anlamsız, amaçsız ve soğuk
gözüken her şey yeni bir enerji ile ışıldıyor…
Son bir paragraf ekleme ihtiyacı hissediyorum. Tarif
ettiğim kültür ve sanat politikası birçok kanaldan Greenberg’ün kitcsh’e karşı
savunduğu modernist sanat anlayışını ve Adorno’nun her türlü ilişkilenmeyi
reddeden, içsel olarak tutarlı ve estetik açıdan doyurucu her yapıtı dünya ile
uzlaşma sayan tavırları ile yankılanıyor. Sanatın seküler bir din ve “yaratıcı
bir endüstri” haline geldiği günümüzde belki de bu “asık suratlı” ve tükenmiş gözüken modernist
teorileri talepsizlik(ya da dev ve karmaşık talep) politikası ile beraber düşünerek -ve elbette formalizme saplanmadan- gücelleştirmemiz gerekecek.