15 Nisan 2009 Çarşamba

Bilimsel “İş” Yönetimi.

Kamil Şenol

Santral İstanbul’da, 21 Mart–16 Ağustos 2009 tarihleri arasında, "Haritasız: Medya Sanatlarında Kullanıcı Çerçeveleri" sergisi yer alacak. Sergi tarihinin uzun bir zaman aralığına yayılması , sergi üzerinden bazı meseleleri tartışmak için bir fırsat yaratıyor.

ZKM işbirliği ile gerçekleştirilen serginin metinlerinden hareket edersek, "Haritasız" izleyicileri birer katılımcı ve yaratıcı olmaya davet ediyor. Eserlerin ön planda olan etkileşim nitelikleri sayesinde, izleyici ile sanat yapıtı arasındaki ilişkinin kökten değişimi hedefleniyor. Daha iddialı laflar ile izleyici “dokunabildiği”, “kullanabildiği’ işler sayesinde sanatçı olabilecek, en azından olabileceği fikrini tecrübe edecek. Teknolojiye dayalı bu tür etkileşimli(interaktif) işler ile hedeflenen, eser ile izleyici arasındaki hiyerarşinin ortadan kalkması, dolayısıyla daha “demokratik” bir ilişkinin hayata geçirilmesidir.

Yeni medya sanatlarının , yukarıda anılan işlevleri ne kadar yerine getireceği tartışmasına, sanata bir üretim meselesi olarak yaklaşıp, üretim sürecindeki bilginin ne kadar merkezileşmeden uzak ve demokratik olduğu sorusuna cevap aramak, olası farklı yaklaşımlardan biri olabilir...

Üretim sürecindeki bilginin niteliğine ilişkin her tespit, kapitalist üretim tarzındaki Taylorizm (ya da öteki adıyla “Bilimsel İş Yönetimi”) uygulamalarına değinmek zorundadır.Baştan şunu belirtmek gerekiyor, Taylorizm 20.yüzyılın başlangıcından bu güne kadar sermayenin emek üzerinde gerçek boyunduruğunu sağlamlaştırmasının en önemli payandası olmuştur. Bu uygulamaların sonuçları şöyle özetlenebilir: “Üretim bilgisinin işçiden alınması ve vasıfsızlaştırma. Taylorizm, bir üretim dalının bilgisine sahip olan zanaat işçisinin sonu olmuş, kapitalizm 20.yüzyıl boyunca işçileri adım adım vasıfsızlaştırmış, basit emeğin her üretim alanında emeğin temel biçimi haline gelmesi sağlanmıştır. Tasarım ve uygulamanın birbirinden ayrılması. Kapitalist emek süreci giderek artan bir kutuplaşmaya tabi hale gelmiş, planlamaya, hesaplamaya, kayıt tutmaya ilişkin bütün tasarım faaliyeti bir kutupta yoğunlaşırken, fabrika ve işyeri tabanındaki işçi giderek işin tasarım ve planlamasından bütünüyle koparak sadece başkalarınca planlanmış olan bir üretim sürecinin uygulayıcısı haline gelmiştir. İşçinin bilimden kopuşu. Üretim sürecinin bütünün bilgisini yitiren ve üretimdeki yeri en basit işlemleri biteviye tekrarlamak haline gelen işçi, üretimin geliştirilmesi bakımından her türlü kapasitesini yitirmiş, bilim dünyasından kopmuştur. Oysa Taylorizmin uygulanışına kadar yeni buluşların ve teknolojik gelişmelerin çoğu işçilerin ürünü olarak ortaya çıkmıştı.”[1]

20.yüzyılda kapitalizmin adım adım tüm alanlara sirayet etmesi, bir başka deyişle daha önce metalaştırılmamış alanlara olağanüstü yayılması ile, Taylorizmin ilkeleri ve yöntemleri sadece üretim alanında değil, tüm sektörlerde kullanılmıştır. Bugünün bürosunun, postanesinin, telefon şirketinin,bankasının,sigorta şirketinin,süpermarketinin bu yöntemleri uygulama bakımından birçok fabrikadan aşağı kalan yanı yoktur. Kültür endüstrisi de bu süreçten muaf değildir.

Sergiye dönersek, serginin oyun dürtüsünü harekete geçirip, izleyiciyi içine aldığı ve eğlendirdiği tartışma götürmez. İşler izleyicinin süreçlere katılımı ve müdahalesi sonucu gerçekleşmekte, ayrıca bu katılım süreçleri bir çok işte belgelenmekte. Ama izleyicinin işlerin teknolojik yapısının arkasındaki bilgi süreçlerine nüfuz etmesi söz konusu değil. Zaten böyle bir şey de hedeflenmiyor. “Katılım” fikri her ne kadar süreçlere “demokratik” bir özellik katıyor gibi görünse de, bu yüzeyde olduğu için, tam tersine Taylorist yöntem ve uygulamalardaki makinenin uzantısı işçi gibi burada işin uzantısı olan izleyiciden bahsedebiliriz ancak. Bu anlamıyla izleyici araçsallaşır.

Kapitalist işbölümünün dayattığı “meslek” seçme ve çalışma sürelerinin gereksiz uzunluğu[2]
nedeniyle, resim yapmanın ya da müzik besteleme veya icra etmenin kendisini tecrübe etmek yerine, dışarıdaki birinin “düzenleme” ve “tasarımı”nın dolayımdan geçmek ne kadar özgürleştirici ve demokratik olduğu soru işaretidir. Gijs van Oenen, bu durumu, “risk toplumu” bağlamında yaşamın tümüne yayarak şöyle ifade ediyor: “Özgürlükçü yurttaşlık yapısının gerektirdiği sorumlulukların altında ezilen insanlar, bir kısım sorumluluklarını, dışarıdaki kurumların düzenleme ve tasarım hizmetlerinden yararlanarak karşılama eğilimindeler. Politik ve yasal müdahalelerin yanı sıra toplumsal normları aştığımız her an, fiziksel ya da elektronik olarak bizi yönlendiren veya kısıtlayan yeni tip çevresel tasarımlar aracılığıyla gözetim ve denetime maruz kalıyoruz.” Teknoloji ağırlıklı tasarımlar ve uygulama düzenekleri başlangıçta etkileşimi (interaktivite) amaçlıyor gibi görünse de neticede ulaştığı nokta “interpasivite” oluyor.

Yazının başında belirttiğimiz gibi, serginin geniş bir zaman aralığına yayılması, tartışmak için epey bir zaman yaratıyor. Biz bu yazı da durumun sadece negatif yanlarını ele aldık.Tüm dünya tarihsel açıdan önemli bir aşamadan geçiyor. Yaşanan krizin, bir resesyon mu yoksa depresyon mu olduğu tespit edilmeye çalışılıyor.Belki bir sonraki yazıda ,dünya üzerindeki olası radikal değişimleri de gündemine alan, “yeni medya” sanatlarının, teknolojik altyapısı ve bilgi süreçlerinin de “kullanıcıya” açılmasının getirebileceği özgürleştirici ve demokratik potansiyellerinden bahsedebiliriz.


[1] Yalın üretim ve esneklik:Taylorizmin en yüksek aşaması.Sungur Savran, Devrimci Marksizm Dergisi ,sayı:3, 2007
[2] Günümüzde sekiz saat çalışma süresi üretim araçlarının gelmiş olduğu gelişkinlik düzeyi itibarıyla çok uzundur, o yüzden “sistem bir miktar işsizlik yaratmak zorunda” yalanına başvuruluyor. Türkiye’de işsizlik oranı %15,5(Ocak 2009, genç işsiz oranı %27,9) Amerika’da %7,6(Ocak 2009, genç işsiz oranı %20,8) , bir çok Avrupa ülkesinde de çift haneli sayılardır. Sırf işsizlik oranı üzerinden yapılacak basit bir hesaplama ile, fiili olarak çalışma süresinin radikal bir şekilde düşürülebileceği gösterilebilir.

Hiç yorum yok: