11 Aralık 2008 Perşembe

Kriz, Küreselleşme, Yeni-Liberalizm ve Sanat

Kamil Şenol

Ali Akay’ın Y.K.Y Sanat Dünyamız güz sayısında (sayı 108) yayınlanan, büyük sergiler ve bienaller sorununu tartıştığı, bu sorun bağlamında “dünyasallaşma” kavramını ele aldığı ve “küreselleşme” kavramı ile arasında nasıl farklar olduğunu açıkladığı yazısı, “Kriz, yine, kol geziyor ” cümlesi ile bitiyor. Biz bu cümleden devam edelim. Aslında çok yakın zamana kadar, globalizmin taraftarlarınca, dünya kapitalizminin yapısal krizinin bittiği, en azından bunlara bağışıklık kazandığı ve yönetilebildiği iddia ediliyordu. Yaşanan son kriz bunun hiç te böyle olmadığını kanıtladı. Şu anda yapılan hesaplamalar, bu krizin işsizlik ve yoksulluk açısından 1929 krizinin yıkıcılığına ulaşma ihtimalinin olup olmadığı üzerine. Son 20-25 yıldır ortalığı kaplayan “küreselleşme” tezleri günümüzde ulus-devletlerin önemini yitirdiği üzerine idi. Şu an yaşanmakta olan kriz küresel özellikler taşısa da, yapılan müdahaleler herkesin görebileceği gibi ulusal mekanizmalar aracılığıyla. Küresel tezlerin aksine, bu krizden çıkış için her bir sermayenin kendi ulusal devletinin müdahalesine olan ihtiyacı azalmak bir yana daha da artmıştır. Devlet müdahalesi, yani kamulaştırılarak kurtarılan, banka ve sigorta gibi finans sektöründeki şirketlerinden sonra, sıra üretim yapan şirketlere gelirse bu kimseyi şaşırtmayacak. ( Bu satırların yazıldığı sırada GM iflası ve buna Amerikan Devleti’nin izin verip, vermeyeceği konuşuluyor). Bu şu anlama geliyor, sadece “küreselleşme” eğilimleri değil, devlet müdahalesi gibi, “küreselleşme” karşıtı eğilimler de bir taraftan işliyor. Yaşanılan kriz ortamında bu karşıt eğilimin dozu o kadar artmış durumda ki yapılan müdahaleler “komünizm” olarak eleştirilebiliyor.

Bu kriz toz dumanı içersinde, Ali Akay yazısında, sanatın aynı zamanda siyasi ve toplumsal tarihin bir taşıyıcı olduğunu belirterek, sanatçılar, galericiler, koleksiyoncular, sanat kurumları, fuarlar, büyük sergi kurumları, tüm bunların, artık hayatımızın parçası olduğunu söylüyor haklı olarak. Borsa gibi inen çıkan, yükselen değerler, spekülasyonlar, kaçınılmaz bir şekilde kültür ekonomisinin par­çaları olduğunu, Adorno ve Horkheimer’in "kültür endüstrisi" kavramına, Débord'un "gösteri toplumu" kavramına ve Baudrillard'ın "tüketim toplumu" kavramlarına referans vererek altını çiziyor. Ama öte yandan artık bu kavramlarla dü­şünmemizin imkânlarının da kısıtlı olmaya başladığı hatırlatıyor..

Son dönemde büyük sergiler ve bienaller için şu eleştirel cümleleri her yerde duymak mümkün: “küreselleşen bienallerin tek tipleşmesi; bienaller, uluslararası şirketler, bu şirketlerin yerel muadilleri ve belediyeler tarafından desteklenirken, bienal yapılan kentlerin kendisini tüketime sunulan bir metaya dönüştürmesi, sanatsal etkinliklerin de bu metayı pazarlamanın ve satmanın araçları olması vb.” Bir taraftan bu eleştireler, diğer taraftan özelikle 1999-2000’de doruğa çıkan küreselleşme karşıtı hareketlerin eylemleri, (şu an bu karşıtlık dünya sosyal forumları ile “alternatif küreselleşme” hareketleri şekline bürünmüştür)ve yaşanan son “küresel kriz” ile kapitalizminin somut çelişkilerini perdeleyen “küresel” tezlerin ipliği pazara çıkmış durumda. Bu durumda kirlenmiş “küreselleşme” kavramının yerine, özellikle de sanat ve kültür gibi potansiyel direnme olanaklarının bulunduğu alanlarda yeni bir kavrama ihtiyaç duyulması şaşırtıcı gelmiyor. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyoruz, aksine böyle bir tartışmanın gerekliliğine inanıyoruz.

“Dünyalı olmanın veya dünya vatandaşı olmanın milli sınırların ve kültürün dışından bak­mak demek olduğunu da anımsadığımızda, dünyasallığın sermaye hareketlerini ele alan küreselleşmeden de ayrı olarak işlediğini düşünebiliriz” diyor Ali Akay. Küreselleşme ve dünyasallığın arasındaki farklara değinmenin öncesinde kurulan bu hazırlık cümlesi için bir parantez açmamız gerekiyor. Özellikle milliyetçilik akımlarının insanlara gözyaşından başka hiçbir şey vaat etmeyen yapısı, kasıp kavuran şiddeti düşünüldüğünde “dünya vatandaşı” kavramı kulağa çok hoş geliyor.(Hardt/Negri ikilisinde bu formül “dünya vatandaşlığı”, “sosyal ücret” ve “herkes için garantili gelir” talepleri şeklinde işliyor). Dünya vatandaşlığı dediğimizde, ne anlamamız gerekiyor? Hiçbir sınırın olmadığı, vize duvarlarının yükselmediği, insanların serbest bir şekilde dolaşabilmesi geliyor aklımıza doğal olarak. Hepimiz biliyoruz ki dünyada mülk sahibi sınıflar ve çok küçük bir elit kesim dışında hiç kimse bu hareket kabiliyetinde değil. O kadar değil ki yaşadığımız bu coğrafyada her gün onlarca kişi başka, başka ülkelerden gelip, Yunanistan’a geçebilmek için Ege’nin sularında boğuluyor. Hareket kabiliyetine sahip çok küçük elit kesime elbette sanat alanında çalışanlar –sanatçılar, küratör, eleştirmen ve gazeteciler- giriyor. Tam da bu nokta belki de bir direnme potansiyeli gördüğümüz kültür ve sanat dünyası ile “büyük insanlık” arasındaki mesafeyi açıyor. Son Documenta’da Çinli bir sanatçının belki hayatları boyunca bir Avrupa ülkesi göremeyecek 1000 Çinliyi Kassel’e getirmesi bu mesafeyi azaltır mı bilmiyorum. Bu parantezden sonra, konumuza dönersek, Ali Akay soruyor: “nedir dünyasallaşma ile küreselleşme arasındaki farklı anlam? Bu, dünyasalı küreselden ayıran direnme ve kültür kavramlarına bizi bağlayacak. Sanatsal ve kültürel çabaları ve düşünme tarzlarını, isterse küresel şirketlerden sponsorluk yardımı alsın, sermayenin presti­jinden ayırmak gerekecek; çünkü çok önemli gibi duran ayrım, aslında, nedenlerde yatmakta. Niçin sanat düşünüldüğünde hesap düşünülmemektedir? Niçin serma­ye grupları bir kültürel veya sanatsal alana yardım yaparken sanatı değil de parayı düşünmektedir? Niçin "Halkla ilişkiler" veya "Reklam şirketleri" sanat ve sermaye arasında aracı ve para ilişkilerini düzenleyen rolü oynarlarken, sanatı değil, ama prestiji veya sembolik olanı düşünmektedirler?” Bir taraftan sorular sorarak meseleyi açmaya çalışan bu paragraf, diğer taraftan yöntem olarak sorular ile birlikte cevapları da içeriyor kendi içinde. Sondan başlayalım. Niçin "Halkla ilişkiler" veya "Reklam şirketleri" sanatı değil, ama prestiji veya sembolik olanı düşünmektedir? Cevap basit, çünkü sanat konusunda “uzman” değiller. Ayrıca bu şirketler sanatın içeriğinden çok, sanat yapıtlarını üreten sanatçıların şöhretinden ve statüsünden yarar beklerler. Prestiji ve sembolik olanı değil de, sanat’ı düşünmeye başlarlar ise süreç şöyle gelişir: düşünmek demek, o konu hakkında fikir öne sürmektir, fikir öne sürdüğünüzde yavaş yavaş sürece katılıyorsunuzdur, katıldıkça yapılan işe müdahale etme riskiniz artar, eğer müdahale ederseniz de aslında yapmak istediğiniz ile elde ettiğiniz sonuç tam tersi olur. Sizin amacınız prestij ve sembolik olanı satın almaktı; ama sanat düşünmeye başladığınız anda amacınızdan uzaklaşırsınız, dolayısıyla bu amaç ile sanatı düşünmek arasında ters orantı vardır. O yüzden “akıllı” reklam ve halka ilişkiler şirketleri, prestij ve sembolik olanı, direkt sanatın içinden, merkezden görünür kılmazlar. Siz geri planda bir yerde “destekleyenin” prestijini hissedersiniz. (reklam ve halka ilişkiler işinde “uzman” olanlar, opera sahnesinde, şarkının içinden sponsor adını söyletmezler!)

Madalyonun öbür yüzünde, niçin sanat düşünüldüğünde hesap düşünülmemektedir? sorusu var. Eğer tek bir projeden, tek bir sergiden ya da tek bir eserden söz ediyorsak burada hesap düşünülmediği doğrudur. Düşünülen sadece sanattır. Eserin etkisi ile hesapçı olmak arasında kuşkusuz ters orantı vardır. Ama bu sadece o an, o sergi veya o proje için geçerli değil midir? Sanat, sanatçısından eleştirmenine, küratöründen koleksiyonerine, destekçisinden kurumlarına dek tüm aktörleriyle bir alan ise, eser/sergi öncesini ve sonrasını da düşünmek zorundayız. Bu alan “geçerli kılma tekelini” ele geçirmek için verilen savaşlarla doludur. İşin içine “geçerli kılma tekeli” girmeye başladığında kaçınılmaz olarak hesap düşüncesi gündeme gelir. Durumu daha iyi anlatabilmek için bu noktada P.Bouirdieu’dan uzun bir alıntı ile yardım isteyebiliriz: “Bir yapıt ortaya koyan sanatçının kendisinin de üretim alanı içinde, bu sanatçının ‘bulgulanması’na ve bu sanatçıyı ‘tanınmış’ ve benimsenmiş sanatçı olarak kabul etmeye katkıda bulunanların tümünce –eleştirmenler, önsöz yazarları, satıcılar, vd. - yaratıldığının ayrımına varmak için yasak soruyu gündeme getirmek yeterlidir. Böylece, örneğin sanat tüccarı( tablo satıcısı, yayıncı, vd.), ayrımsız bir biçimde, ürünlerinin ticaretini yaparak sanatçının çalışmasını sömüren ve bu çalışmayı sergiler, yayınlar veya sahnelemeler aracılığıyla sembolik iyelikler piyasasına sürerek sanatsal yapım ürününe kendisinin benimsenmesi oranında önem kazanan bir geçerlik sağlayan kişidir. Savunduğu yazarı tanıtıp benimsettirerek ona değer kazandırır, yazara güvence olarak edindiği sembolik sermayeyi sunarak yapıtın yayınlanmasını ( kendi güvencesi altında galerisinde veya tiyatrosunda, vd.) sağlar ve böylelikle de onu benimsenme çevrimine katar; bu yolla, yazar, giderek daha seçkin topluluklara ve daha değerli ve aranan (örneğin ressamların durumunda toplu sergiler, kişisel sergiler, saygın koleksiyonlar, müzeler) yerlere girer
[1].” Bu uzun alıntıya eklenebilecek tek şey, “geçerli kılma tekeli” mücadelesinin yerel değil; artık uluslararası (küresel değil !) boyutta cereyan ettiğidir.

Ali Akay, yazısında küreselleşme ile sermaye hareketleri arasında birebir denklik kuruyor. Para dünyası eşittir küreselleşme şeklinde bir formül işliyor. Ali Akay’a göre sermayedar ile sanatçı arasındaki farkları görmek, dünyasallaşma ile küreselleşme arasındaki farkı anlamak için önemlidir. Küreselleşmenin karşına koyduğu dünyasallaşma kavramını şu şekilde tarif ediyor: “Sanatçılar veya küratörlerin bazıları sergilerini yaparlarken, hangi pratik sermayenin işine gele­cek diye düşünmeyerek çalıştıklarında, zaten küresel sermayenin hizmetinde gibi durmaz olmaya başlamışlardır; hâlbuki sermayenin kurallarına ve sadece buna bağlı kalarak sanat veya sergi yapmak, serginin düşünsel ve sanatsal boyutuna bir set çekerek etkisini azaltacaktır. Bu anlamda, dünyasal olan bir kültür veya bir sanat pratiği, küresel olan sermayenin hareketlerinden ve düşünme biçimlerinden kendisini ayırmaktadır… Sanatın içinde olduğum zaman sanat dünyası benim içimdedir ve sanat dünyası benim dünyam olmaktadır; ama sermayenin kültür ve sanata bakışındaki dünya sanat dünyası değildir; sanatın önünde duran sermaye dünyasıdır. Bu işte küreselleşmedir… O halde içinde bulunduğum dünyanın sanat dünyası veya para dünyası olması dünyasallaşma ve küreselleşme arasındaki ayrımı bize göstermektedir.” Aynı zamanda bu alanda direnmeyi ve bir ideale doğru gitmeyi barındırdığından dünyasallaşma kavramın yerine “evrensel”in de kullanılabileceğini belirttir. Devamında sanatçı ve sermayedar arasındaki ayrıma dikkat çeker: “sermayedar parayı düşünürken bir yandan da kendisini düşünmektedir veya yakın çevresini, ailesi­ni vb. Hâlbuki sanatçı sanat düşündüğünde parayı, ailesini veya kendisini değil, insanlığı düşünmektedir.”

Küreselleşmeyi sadece sermaye hareketleri üzerinden tanımlayabilir miyiz? Sanatçıların veya küratörlerin “bazıları”nın sermayenin taleplerini düşünmemeleri, sergileme biçimleri/modelleri üzerinden oluşan global etkilerden kaçınmalarını mümkün kılar mı? Küreselleşmenin ekonomik boyutunun yanı sıra, kültürel boyutundan muaf olabilmek için, sanatın içindeki dünyada kalmak, sadece o alanın sorunları üzerinden düşünmek ve hareket ediyor olmak yeterli midir? Bu ve benzer soruların cevapları için, son 20-25 yıldır, özellikle kaçınılmazlık ve zorunluluk vurgusu ile etkili olmaya çalışan küreselleşme teorilerinin, en azından kendi konumuz açısından gerekli yanlarını kısaca bir gözden geçirelim
[2]. İlk başta söylememiz gereken “küreselleşme” ideolojik bir kavramdır. İkincisi ise, küreselleşme teorisi bir ekonomik teoriden ibaret değildir. Devlet teorisine, uluslararası ilişkiler teorisine, barışa, demokrasiye, “küresel bir sivil toplum”un oluşumuna, NGO'lara, kültürel hayata ilişkin çeşitli önerme ve tezler içerir. Globalizmin üzerine bastığı ve sömürdüğü maddi zemin, dünya ekonomisinin, politikasının, kültürel hayatının vb. son dönemde yaşadığı yoğun bütünleşme sürecidir. Burada bir şeyin altını iyi çizmek gerekiyor, küreselleşme teorilerini eleştirmek ve bu teorilere karşı olmak, kapitalizmin dünyayı bir şekilde bütünleştirip bütünleştirmediği tartışması değildir. Tartışılan ve eleştirilen bütünleşmenin biçimleridir. Nedir bu biçimler? Bu biçimler yeni-liberalizm ve onun politikalarıdır. Bu politikalar ile dünya ekonomisi içindeki bütün engellerin kalktığı, meta, para ve üretim sermayesi akımlarının serbestleştiği, yani her şeyin düzlendiği bir durum yaratmak amaçlanmıştır. (Türkiye'nin de 24 Ocak 1980 kararlarıyla çok erken bir aşamada -Thatcher'dan hemen sonra, Reagan'dan önce!- bu yola girdiği hatırlanmalı.) Bir taraftan, yeni-liberal stratejinin benimsenip benimsenmemesi bir toplumsal ve uluslararası mücadele konusudur. Uluslararası planda yeni-liberalizmi dayatan uygulamalar IMF koşullarından başlar, yeni Dünya Ticaret Örgütü'nden geçer, Avrupa Birliği ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) gibi oluşumlara kadar uzanır. Diğer taraftan her bir ülke içinde ise yeni-liberalizm tam bir sınıf mücadelesi konusudur: bu mücadelenin yöntemleri, Amerika ve Avrupa'da işçi örgütlerinin zayıflatılması ve ideolojik/politik kuşatmadan, Türkiye gibi ülkelerde 12 Eylül tipi rejimlerin vahşi yöntemlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Genel olarak bütünleşme kavramı ile birleşmenin özel bir tarzı, yani yeni-liberal yöntemlerle, engellenmemiş piyasalar aracılığıyla birleşme, özdeş kılınır. Öyleyse, yeni-liberalizm kriz içindeki sermayenin(kapitalizmin uzun dalga krizinden bahsediyoruz, şu andaki krizi bu dalganın en tepe noktalarından biridir) yeniden-yapılanmasının ve işçi sınıfına karşı taarruzunun ihtiyaçlarına cevap veren bir stratejidir. Bu niteliğiyle de bütün dünyanın burjuvazisinin işçi sınıfı ve öteki emekçi kitleler karşısındaki ortak çıkarını dile getirir. Yeni-liberalizm (ve onun dümen suyunda yürüyen uluslararası bütünleşme) bütün ülkelerin işçilerini ve emekçilerini bölerek, parçalayarak, giderek atomize ederek teslim almaya yönelik bir stratejidir. Bir başka değişle ağır bir taarruzun adıdır. Finans kapital, mali sermaye ve üretim sermayesini bir arada tutan yapısıyla, emperyalizm çağına özgü bir sermaye türü olarak günümüzde neredeyse evrensel hale gelmiştir. Finans kapitalin evrensel hale geldiği günümüz koşullarında, küreselleşme, liberalizmin, dizginlenmemiş bir dünya piyasasının, sermayenin özgür hareketinin hüküm sürdüğü bir dünyada sermayelerin kıran kırana rekabeti, güçlünün ayakta kalması ülküsüdür. Yabancı sermayeyi çekebilmek için, düşük ücret, disiplinli işgücü, düşük vergi, düşük düzeyli çevre koruma standartları vb, diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’de de uygulanan yeni-liberal politikaların bir ayağıdır. Öte yandan, Türkiye'de globalistlerin politik söylemi hep "treni kaçırmama", hiç olmazsa en sondaki vagona kapağı atma benzetmesiyle bezelidir. Dünya sisteminin belirli bir yönde hareket etmekte olduğu saptamasını yapar, Türkiye'nin de bu gidişata avantajlı biçimde katılmasını savunurlar. Hatta bazı tavsiyeleri yerine getirirlerse, ülkenin köşeyi döneceğini iddia edenleri de vardır. Avrupa ile Gümrük Birliği'ni bu mantıkla savunurlar, kaliteli eğitimi ve yüksek teknolojiyi toplumsal ihtiyaçların daha iyi karşılanması için değil, Türkiye'nin rekabet şansını arttıracağı için isterler, İstanbul'u bir dünya kenti olarak nasıl satacaklarını tartışırlar.

Bu noktada, İstanbul’un bir dünya kenti olarak nasıl pazarlanacağı tartışmalarından, bunun araçlarından biri olarak düşünülen büyük sergiler/bienaller üzerinden konumuz olan sanata tekrar geri dönebiliriz. Büyük sergiler ve bienaller üzerinden şehirlerin kendilerini tüketilebilir bir metaya dönüştürmeleri problemi sadece İstanbul’un değil, bu tür etkinlikleri düzenleyen dünyadaki birçok şehrin problemi. Elena Filipoviç, Global Beyaz Küp adlı makalesinde
[3], büyük sergiler ve bienaller için şu tespitte bulunur : “Ancak, tek tek tarihleri nasıl olursa olsun müzeye ve müzenin geleneksel sergilerine karşı model olma niyeti, bu tür etkinlikleri tanımlayan önemli bir özelliktir.” Devamında ise, küreselleşme teorilerinin, kültürel hayatta uzantılarını kavrayabilmemiz açısından şu önemli açıklamalarda bulunur: “Kimse bu konuda konuşmak istemiyor, ama bienaller ve diğer büyük çaplı sergiler kendilerini müze fikrinden ne kadar ayrı tutarlarsa tutsunlar, en çok klasik müze sergilerindeki gibi katı geometrisi, beyaz bölmeleri olan ve penceresiz alanlarda, özel inşa edilmiş mekanlarda eser sergiliyorlar.” Meta, para ve üretim sermayesi akımlarının serbestleştiği, yani her şeyin düzlendiği bir durumun aynısını, sergileme biçimi ve modellerinde de görüyoruz. Filipoviç’in sözleriyle, “burada paradoks, tabi ki şu: bienallerin çoğu, karşı çıktıkları neoliberal globalizasyon modelinden besleniyor ve kendileri bu tür homojenliği yaratıyor”. İstisnalar, Havana, İstanbul, varolduğu sırada Johannesburg ve Tiran. Bu yazı bağlamında, küreselleşme, dünyasallaşma (Ali Akay dünyasallaşma kavramının evrensel ile de ikame edilebileceğini söylemişti, peki enternasyonel’i kullanmak mümkün olabilir mi?) kavramlarının karşılaştırması ve çeşitli olası sorular açısından, Filipoviç’in aşağıdaki sorusu üzerinde ısrarla durulması gereken nitelikte: “Bizim modernitenin kültürel tarihleri ve onların üreticilerini baskı altına alan, gizleyen ve değiştiren bir kurgu olduğunun daha (yeni) bilincine vardığımız bu dönemde, neden ödevini yerine getiren bu mekânsal işbirlikçi hiç sorgulanmadan yayılmaya devam ediyor. Eğer globalizasyon, çoğu kez iddia edildiği gibi, ulusal ve uluslararasının ikili karşıtlığını sorunsallaştırıyorsa, ulusal sınırlara ve yerinden oynamayan dominant kültürel paradigmalara karşı çıkarak tarihlerin, geçiciliklerin ve Batı’nın ötesindeki üretim koşullarına giriş izni veriyorsa, o halde neden bu kadar çok sayıda konvansiyonel yapılar ve bu yapıların epistemolojik ve kurumsal temellerini vurgulamaya çalışan yerlerde bulunmaya devam ediyorlar?” Bu soruya olası cevaplardan biri olarak şu verilebilir: “Küreselleşme teorisi, emperyalist ülkelerin sosyo-ekonomik, politik ve kültürel yapılarını bütün öteki ülkelere kendi gelecekleri gibi gösteren, emperyalizmin hakimiyeti altında bir bütünleşmeyi bütün ülkelerin çıkarı olarak sunan bir teoridir. Aynen atası ‘modernleşme’ teorisi gibi ‘küreselleşme’ kavramı da bir konverjans (yakınsama) teorisidir ve kapitalizmin ve Batı kültürünün yaygınlaşmasını haklı gösterir. Liberal ‘küreselleşme’nin bütünleşmenin tek yolu olmadığının ortaya konulması, emperyalizmin ekonomik, politik ve kültürel hâkimiyetini tek mümkün gelecek olmaktan çıkararak, anti-emperyalist bir politik tavrı olanaklı hale getirir[4].”

Küreselleşme karşısında bir pozisyon ve kavramlaştırmaya gidilecekse, sermayenin taleplerine kulak asmadan, sanatın içinden, onun problemleri üzerinden bir kurgu, çalışma ve düşünme biçimi tek başına yeterli olmayacaktır. Kemikleşmiş sergi şablonlarının dışında, “beyaz küp”ün uzantısı olmayan bir sergileme biçimi/modeli (bu elbette sadece bir gösterme üzerine kurulu değil, ilişkiler düzeyini de içine olan) arayışı, küresel genişleme ve homojenleşme karşısında atılacak ilk adım olabilir. Böyle bir arayış mekânların masum olmadığı, sergi mekânlarının da ideolojik bir yanı olduğunu teslim etmektir aynı zamanda. “Zenginlik” ile sanat arasında hep bir neden sonuç ilişkisi kurulur. Bu kriz vesilesiyle zenginliklerin yaratıcısının emek olduğunu (Smith, Ricardo, Marks) yeniden idrak edersek, hem ülkemizde hem de dünyada işsizliğe ve işten çıkarmalara karşı, bu yola sapan şirketlerin kamulaştırılması yolunda talepleri dile getirip, sanat alanında, sermaye ile kolkola yürümek yerine, tam da değeri yaratan emeğin farklı örgütlenme biçimlerini gündeme getirerek, sanatın biçimlerini değiştirebiliriz. Unutmayalım ki bir diş hekiminin emek-zamanı ile bir sanatçının emek-zamanı arasındaki mübadele için sermayenin dolayımına ihtiyacımız yok. Bu örnekler çoğaltılabilir. O yüzden “insan neyle yaşar ?” sorusu doğru bir başlangıç noktasıdır.


[1] Pierre Bourdieu. Sanatın Kuralları.Y.K.Y.Çeviri:Necmettin Kamil Sevil.Sayfa:264
[2] Burada küreselleşme kavramına ait açıklamalar, ideolojik bir kavram olan küreselleşme üzerine yıllardır ideolojik/teorik mücadele yürüten Sungur Savran’ın aşağıdaki makalesinden, onun cümleleri ile çıkarılmış özet görüşlerdir.Bu makale ile uyuşmayan veya çelişik olabilecek tüm kavramsallaştırmaların sorumluluğu bana aittir. Küreselleşme mi, uluslararasılaşma mı? Sınıf Bilinci Dergisi.yıl.1996 sayı.16-17.makalenin online versiyonu için : http://www.iscimucadelesi.net/arsiv/kuresel/kurmu_ulmu.htm
[3] Y.K.Y Sanat Dünyamız Sayı 108.Çeviri: Mine Haydaroğlu.(Ali Akay’ın yazısıyla aynı sayıda)
[4] Sungur Savran’ın adı geçen makalesinin politik sonuçlar bölümünden.

Hiç yorum yok: