Burak Delier
11. İstanbul Bienali “İnsan Neyle Yaşar?” açılalı iki haftayı aşkın bir süre geçti. Bu süre içerisinde serginin –bienal demeyeceğim çünkü söz konusu sergi alışık olduğumuz bienal sergilerinden hayli uzakta nerdeyse onlara karşı bir tavır niteliğinde- aldığı tepkilere ve tepkisizliklere baktığımızda serginin ortada kaldığını söylemek mümkün. Ne büyük medya gazete ve dergilerinin piyasaya yıldız sanatçı pompalamaları, ne geleceğin reklamcı-tasarımcı-halkla ilişkilerci adayı öğrencilerinden yorumlar, ne de sanat camiasından sergiyi tercüme edecek bir yazı. Bütün bu kesimlerin kendilerine has motivasyonları ve siyasi pozisyonları var elbet ve çoğunun da serginin açıktan yaptığı Komünizm propagandası sebebiyle uzak durmaları ve duracakları anlaşılabilir. Anlaşılamaz olan sol cenahın sergiyi tek kalemde sermayenin düzenlediği bir retorik hamleye indirgeyerek silmiş olması. Hali hazırda önümüzde filizlenmekte olan sponsorluk ve sanat/siyaset tartışmaları hiç de beklemeyi kaldıracak türden değil. Bu manzara günümüz koşullarında siyaset ile sanatı birbirinden ayırmayan, hiyerarşik bir sıralamaya tabi tutmayan hem sanatsal hem de siyasal bir var oluş alanını kovalayan bir tavır için sorumluluk duygusuyla harekete geçmeyi gerektiriyor.
Hem sanata hem de siyasete zaten güveni olmayan ve giderek düşmanlaşmış bir toplum içerisinde sanat ve siyaseti ayrıştırmadan kovalayanlar için zemin giderek daralıyor. Bunun pratik sonucu hiç kuşkunuz olmasın sanatın ve kültürün giderek daha fazla sermaye ve ürettiği zihinler tarafından rehin alınması olacaktır. Bu tartışmaların sürdüğü günlerde Masa’nın Beyoğlu İş Merkezinden küçük esnaf kapitalizmini ortaya seren bir bahaneyle atılması, aynı kapitalist nedenlerle Asmalı Mescit’in ticarileştirilmesi kapsamında Apartman Projesinin kesintiye uğrayan programı gibi küçük olayları yan yana koyduğumuzda sanatın zaten zayıf olan toplumsal zemininin iyice aşındığını görüyoruz. Sanat ortamına çekilmeye başlanan uzlaşmacı sanatçı-eleştirmen-küratör-izleyici grubu ve bu konformist ruhu destekleyen holdinglerin bu koşullarda daha da palazlanması hiç şaşırtıcı olmayacak.
Bu sergiyi ve genel olarak sanatı içinde bulunduğu ekonomik koşullardan dolayı hiçleyen sol cenahın, sanat cephesini güçten düşürerek asıl olarak kendi yaşamsal damarlarından birini umarsızca kestiğini iddia edeceğim. Özellikle mesele sanat gibi ele avuca sığmaz zihinsel ve duyusal sonuçlar ortaya çıkarabilecek bir üretim alanı olduğunda, işin ekonomik yapısı dolayısıyla alanı toptan silmek hiçbir siyasi sorumluluk anlayışı ile bağdaşmıyor.
Kaldı ki bu sol grupların çoğunun sanat alanındaki minör oluşumlarla da nerdeyse hiçbir ilgisi yok. İnsanın aklına asıl ilgilendikleri ne diye sormak geliyor; bir büyük sahne ve o sahnede tepkiselliklerini ortaya koyarak medyatik bir kimlik edinme fırsatını mı kovalıyorlar yoksa gerçekten sanat/siyasetle mi ilgileniyorlar? Sanatla ilgilenseler Masa’dan ve Apartman Projesinden ve yaşadıkları zorluklardan haberleri olurdu. Ama bu sol eğilimli grupları, tepkisel tavırlarını olumlu bir dayanışmaya çevirebilecekleri minör alanlarda göremiyoruz maalesef.
Çeşitli toplantılarda ve mail gruplarında bu toptan silme tavrına karşı verilen cevapları burada uzun uzadıya yansıtmayacağım. Ama birkaç soru sormakta fayda var. Bu seneki bienalin başlığı -WHW’nin de vurguladığı gibi- Brecht’ten alınmasaydı da “Çiçek Böcek ve Diğer Hoşluklar” olsaydı rahat mı edecektik? Güncel sanatı içinde bulunduğu ekonomik yapıdan dolayı eleştirenlerin kütüphanesinde YKY’den kaç kitap var? Yaşar Kemal’in yeni çıkan kitabını satın alacaklar mı? Ya da Yaşar Kemal’i protesto etmeyi düşünüyorlar mı? Ya da Yıldırım Türker'i? Peki film festivallerine(Film Ekimi ve İstanbul Film Festivali) ne demeli; Express dergisi her nisan ayında sayfa sayfa yayınladığı festival filmleri tanıtımları yerine bu sene festivali düzenleyenleri veya katılanları KOÇ ve Eczacıbaşı hakkında bilgilendirip sorgulayacak mı? Bu listeyi daha da uzatabilirim ama çok da gereksiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü şöyle bir sonuç çıkıyor: Solun geleneksel sanatları edebiyat ve sinema sermaye ve finans tarafından dolayımlanabilir bunda bir sakınca yok. Ama güncel sanat hafif bir uğraş olduğu için ya siyasallaşmamalıdır ya da ancak münzevileşirse inandırıcı olabilir. Express dergisinin ve çeşitli sol grupların asıl olarak böyle düşünmediğine inanıyorum fakat bütün bu çıkışlardan sonra oluşturulan sanatın siyasallaşmasını sorunlu bulan kamuoyunu düşündüğümüzde çıkan sonuç budur. Ve günün anti-siyasi havasını göz önünde bulundurduğumuzda bu çıktının sonunda siyaseti vuracağı, vurduğu açıktır. Siyasi bir mesele çerçevesinde yola çıkan birçok insan için öncelikle sanat olmak üzere her alanın (ekonomi, üretim, eğitim, bilim, sağlık vs.)siyasallaşması, mücadelenin çoklu kollardan yürümesinin elzem olduğu tartışma götürmez.
Amacı sanat alanını sermaye dolayımından kurtarmak olan bir blogda yazdığım için sanatın bu koşullardaki durumunu kabullenmemiz gerektiğini savunmadığımın verili olduğunu düşünüyorum. Sanat alanı ve genel olarak kültür alanı sermaye dolayımından kurtulmalıdır. Buna hiç kimsenin bir itirazı yok. Ama içinde bulunduğumuz koşullar nefes alacağımız temiz alanı bize bırakmıyor. Gündelik hayatımız, fabrikalar, ofisler, okullar dahil her alanda kapma, üst-kodlama ve sömürme mekanizmaları çalışıyor. Elbette kariyerizm, konformizm, üretimcilik, başarısızlıktan korku, güvensizlik gibi ruh halleri sanat alanından da pis kokular gelmesine sebep oluyor. Fakat diğer alanlar farklı mı? Böyle bir kuşatılmışlık içerisinde bütün mesele ne yapacağımız, neyi bırakacağımız neyi tutacağımız, neyi güçlendireceğimiz ve adım adım neyi nasıl kendimizin kılarak bir temel, çatı ve sonunda başka bir yaşamı inşa edeceğimiz.
Ve Sergi
Şimdi sergiyi ve sanatsal/siyasal tutumunu daha genel bir çerçeve içinde değerlendirelim. İşe birkaç soru sorarak başlayalım. Serginin açılış tarihiyle aynı günlere denk gelen sel felaketi neden toplumsal bir ayaklanmaya dönüşmedi? Neden Türkiye’de son bir sene içinde polis tarafından öldürülen 23 kişi ancak Yunanistan’daki ayaklanma sonrasında hatırlanıyor? Ve Yunanistan’daki ayaklanmaya ne oldu? 2000’li yılların sonunda inişe geçen karşı-globalleşmeci hareketin akıbeti nedir? 2003 yılında dünya çapında düzenlenen ve milyonların katıldığı anti-savaş yürüyüşlerinden ne gibi sonuçlar elde edildi? 2008 krizinde hiç yüzüne bakılmadan bir çırpıda işten çıkarılan binlerce insanın öfkesi neden toplumsal bir kalkışmaya dönüşmüyor? Bugün kapitalizm 1848’den ya da 1871’den daha mı az vahşi? Fredric Jameson’ın söylediği gibi neden dünyanın sonunu hayal edebiliyoruz da kapitalizmin sonunu hayal edemiyoruz? Bu anlamda sergideki Arthur Zmijevski’nin “Demokrasiler” video enstalasyonu, bir nümayiş olduğunda dahi ortada alternatif bir dünya tasavvuru mevcut değilse ifade özgürlüğü ve demokrasi gibi kavramların sadece tepkisel bir kimlik sergileme(bu kimlik solcu, anarşist, anti-militarist, müslüman, vs. de olabilir) olarak kısıtlı kaldıklarında ne kadar anlamsızlaştıklarını gösteriyordu. Dolayısıyla nedir temel sorun?
Ben bu manzaranın bize tek bir şey söylediğini düşünüyorum. Toplumun vizyonu/hayal gücü/dünya görüşü/hayat tasavvuru kapitalizm tarafından o kadar esir alınmış durumda ki, ne kendi hayatımızı ve sonuçlarını ne etrafımızda olan biteni tam olarak anlayabiliyoruz ne de alternatif olacak bir proje, bir başka vizyon geliştirip bunu yaygınlaştırabiliyoruz. Topluma dayatılan hayat tarzlarının sonuçlarını yeterince algılanabilir, hissedilebilir, görülebilir kılamıyoruz. Tek yapabildiğimiz menzili kısıtlı tepkisellikten ibaret eylemler planlamak. Oysa daha olumlu ve dönüştürücü etkiler yapacak yöntemlere ve bilgilere ihtiyacımız var. Eğer kafalarımızda alternatif bir vizyon oluşmuş olsaydı, bütün bu olup bitene cevap verecek aletleri, gücü ve kitleyi kolayca bir araya getirebilirdik. Buradaki mesele bir örgütlenme ya da basitçe bir tavır sorununa indirgenemez. İnsanların kafalarında üzerinde ortaklaşabileceği ve kendilerini içinde buldukları alternatif bir dünya imgesi bulunmuyor. Böyle bir imgenin yokluğunda kapitalizmin aptallaştırıcı ve özgürleşme arzularını sömürücü teknikleri hayatımızın her alanında cirit atıyor. Çeşitli örgütlenmeler olsa dahi bunlar antagonist olmanın çok uzağında toplumsal düzenin bir devamı olabilecek vizyonlarla hareket ediyorlar.
Çokça üzerinde durulmuş olan “bilgi toplumu” gibi klişeleşmiş tanımların hakkını verircesine sömürü her şeyden önce hayal gücümüzden başlıyor. Bu anlamıyla bilgi, imge, duygulam akışlarının henüz kısıtlı olduğu 19. yüzyıla göre bizim içinde bulunduğumuz dünyada sömürü fabrikadan değil tam da hayal etmek ve hareket etmek için ihtiyacımız olan bilme, öğrenme ve tasavvur etme kapasitemizden başlıyor. Bugünün kapitalizminde her ihtiyaç ona ihtiyaç duyulmadan önce kapılıyor ve sırası geldiğinde tatmin ediliyor. Bu tam anlamıyla bilişsel üst-kodlayıcı bir süreç vasıtasıyla ilerliyor. Örneğin İstanbul’da son zamanlarda pıtrak gibi her yerde biten yaşam standartları yüksek kapılı-cemaatler hangi arzuları kışkırtıyor ve tatmin ediyor? Bilbordlarda ve televizyonlarda gördüğümüz güvenlikli, Havai havuzlu rezidanslar bizim için nasıl bir hayat tasavvur ediyor? Bu hayat tarzının tehlikelerini haber verecek araçlardan biri sanat değilse nedir? Hiç kuşkusuz eğer sömürü gayri-maddi alanlara, bilişsel alanlara da sirayet etmişse, mücadele de bu alanlara yayılmalıdır. Bu anlamda başta sanat olmak üzere işi bilgi, imge, fikir, düşünce üretmek olan her alanın(sanat, üniversite, basın vs.) bir antagonizma oluşturma niyetiyle işe koşulması gerekmektedir. Eğer içinde bulunduğu finansal koşullardan dolayı bu bilgi alanlarını toptan gözden çıkartacaksak, mücadelenin ne niteliğini anlamışız demektir ne de böyle bir mücadeleyi kazanma şansımız vardır. Alternatif bir vizyon oluşturmak için sanata belki de hiç olmadığı kadar çok ihtiyacımız var. Ne kadar sorunlu olsa da sanat elimizde kalan deneysel tartışmalar ve soruşturmalar yürütebileceğimiz yegâne özerk bilgi alanıdır.
Sanırım “İnsan Neyle Yaşar?” sergisi bağlamında gelmek istediğim nokta kendini ele vermeye başlamıştır. “İnsan Neyle Yaşar?” sergisinin en ayırıcı özelliklerinden biri açıkça zihinsel bir çalışmaya kışkırtan sanat işlerinden kurulu olması. Şatafatın, büyük enstalasyonların, ileri teknoloji kullanan çeşitli süslemelerin yokluğu izleyiciyi, sanatsal olduğu söylenen bir takım gizemli meseleden ayırarak içinde bulunduğu dünyayı öğrenmeye, bu dünya içinde gizlenmeye çalışılanı görmeye çağırıyor. Bu sergi hem estetik, hem siyasal hem de epistemolojik tavrıyla en hakikisinden disiplinler-arası bir karşı-bilgi toplaşması olarak görülebilir. Eğer saf estetik dertlerin dışlandığını ve eğitici, öğretici ve dolaysız bir hakikat oluşturma tavrının benimsendiğini kabul edersek bu sergide “izleyici” dediğimiz pasif bir seyretme konumunu tanımlayan kavramın geçersiz olduğunu da kabul etmiş oluruz. Tütün Deposunda en üst kattaki Brecht alıntısını vurgularcasına bu sergi ve ortaya çıkan karşı-bilgi onu en çok sevene, en çok öğrenene ve onu en çok kullanana aittir. Bu şu anlama gelir: Çeşitli liderlerin, dehaların, yıldızların ve uzmanların arkasında hizaya girmekten başka bir var oluş konumu hayal edemediğimiz bu günlerde, bu işler ile ortaya çıkan bilgi onu kullanana, işleyene, yorumlayana aittir- ne isim plakalarında yazan sanatçılara, ne de küratörlere…
Hele hele o sergiyi finanse eden holdinglere veya burjuvalara hiç ama hiç ait değildir. Fakat şunu iyice anlaşılır kılmalı: Ancak ve ancak söz konusu sergi çeşitli insanlar ve gruplar tarafından bir soruşturma atölyesine çevrilirse, bu insanlar ve gruplar bu fikirleri ve bilgiyi sahiplenebilirler ve bir fail olarak inisiyatifi ellerine alabilirler. Tıpkı alternatif bir dünya tasavvuru ortaya çıkarmanın bilişsel bir emek işi olması gibi alternatif bilginin de sahiplenilmesi bir emek ve başta belirttiğim gibi bir sorumluluk meselesidir. Sanat, fikirler, hayaller, tasavvurlar söz konusu olduğunda hiçbir burjuva, hiçbir kurum, hiçbir holding sırf maddi lojistik sağlayıcılığıyla bir fail olarak ortaya çıkamaz. Holdingler gelir holdingler gider, kurumlar gelir kurumlar gider fakat fikirler, hayaller ve tasavvurlar baki kalır.
Sermaye ilişkilerinin düzenlediği bu illüzyona kapılmak ve sanat/siyaset ilişkisini hiçlemek toplumu siyasi hayal gücü kıtlığına mahkûm etmek anlamına gelecektir. Bunun vebali ise siyasal bir konumdan söz aldığını ve her hangi bir şekilde sanatla ilgilendiğini iddia eden herkesin boynunadır.
29 Eylül 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
6 yorum:
Bienal ile ilgili çok sağlam bir değinme olduğunu düşünüyorum.
Oturduğumuz yerden ahkam kesmenin bugüne dek işe yaramadığını biliyoruz. Eylemler yapmak da çözüm değil. Çözüm belki de bu yazıda bahsedildiği gibi, içerisinde olup sorgulamak. Bu yolla sahiplenip aletnatifini yaratmak...Düzenleyici kurumlara sadece bir aracı muamelesi yapmak...
Sağlam bir duruş..
Emeğinize sağlık.
Kim olduğunuzu bilmiyorum ve yazınızı bir önceki yorum yazarı vesilesiyle gördüm ama okuyup bitirdiğimde sevindim... Uzun zamandır üzerine düşünüp tartıştığım bir konunun, böyle derli toplu ve ikna edici bir şekilde yazıldığını görmekten mutlu oldum...
Yazıyı genel olarak zihin açıcı buluyor ve katılıyorum. Özellikle ihtiyacımız olan şeyin, yeni bir hayat ilhamı olduğunu ve devrimci eylemin bu çerçevede varlık kazanabileceğini düşünüyorum. Sanatın, "ikame edilemez bir iletişim yöntemi" olarak, "ikame edilemez bir bilgiyi", dolayısıyla ilhamı taşıyabileceğine, etrafımızı kuşatan en sağlam ve pürüzsüz gövdelerde bile çatlaklar oluşturma potansiyeline sahip olduğuna inanıyorum. Elbette bu, her şeye rağmen sanatın, sanatçı kimlikleri ve sergileme düzenekleri içine tıkıştırılarak izole ve kontrol edilmesi pratiğine karşı direnmemiz gerektiği gerçeğini yok etmiyor. Belki sanatın da mevcut "kontrollu" varoluşundan topluca firar etmesini sağlayacak yeni ilhamlara gereksinmesi vardır? Belki de sorulması gereken soru, sanatın gerek duyduğu bu ilhamın yine bizzat sanatın "içinden" doğup doğamayacağıdır.
ufuk A.
Güncel sanatın siyasetle ilişkisi 'kurumsal sanat çatısı' altında ilüzyondur, gerçekçi değildir.
İzleyiciye farkındalık kazandıran, sorgulatan bir ilüzyon...Tartışmak, sorgulamak, insani yaşam için çözümsel alternatif bulabilmek gerekli
ancak sanatsal faaliyet ile siyasal faaliyetin farkını gözardı edemeyiz.
Siyasi işler sergileyen sanatçılar neden aktif siyaset yapmazlar?
Tartışıyoruz, sorguluyoruz ama yaklaşık on senedir ülkemizin başbakanı olarak Tayyip Erdoğanı görüyoruz.
Topluma siyasi hayal gücü kazandırma sorumluluğunu taşıyan, yaratıcı fikir üretebilen siyasetçilere ihtiyaç var.
Hele hele o sergiyi finanse eden holdinglere veya burjuvalara hiç ama hiç ait değildir. Fakat şunu iyice anlaşılır kılmalı: Ancak ve ancak söz konusu sergi çeşitli insanlar ve gruplar tarafından bir soruşturma atölyesine çevrilirse, bu insanlar ve gruplar bu fikirleri ve bilgiyi sahiplenebilirler ve bir fail olarak inisiyatifi ellerine alabilirler. Tıpkı alternatif bir dünya tasavvuru ortaya çıkarmanın bilişsel bir emek işi olması gibi alternatif bilginin de sahiplenilmesi bir emek ve başta belirttiğim gibi bir sorumluluk meselesidir. Sanat, fikirler, hayaller, tasavvurlar söz konusu olduğunda hiçbir burjuva, hiçbir kurum, hiçbir holding sırf maddi lojistik sağlayıcılığıyla bir fail olarak ortaya çıkamaz. Holdingler gelir holdingler gider, kurumlar gelir kurumlar gider fakat fikirler, hayaller ve tasavvurlar baki kalır.''
Özellikle yukarıdaki sözlerinize çok katılıyorum,bir çok bienal yazısı okudum ama sizin yazınız daha dikkat çekıciydi. tesekkurler.
Bienal ile ilgili bir değerlendirme yazısı
www.melihanik.blogspot.com
İstanbul Bienal 2009 / 11.B – İKSV’nin “Bulabildikleri” – “Dostlar Alışverişte Görsün”
Yorum Gönder