Burak Delier-Kamil Şenol
Ne kadar doğrudur bilinmez, Sakıp Sabancı Müzesi’nde başlayan Salvador Dali sergisini, 1,5 günde 4 bin 200 “sanatsever” gezmiş. Gazetenin haberine göre bu rekormuş. Gazetedeki haberin fotoğrafında “sanatsever” bir kuyruk görüyoruz; ama yine de bu haberde verilen “sanatsever” sayısına kuşku ile yaklaşmamızın nedeni, bu tür haberlerin tam da “önünde kuyruk” oluşsun diye yapılan sergiler için manipülasyon aracı olması ve halka ilişkiler niteliği taşıması. Yukarıda bahsettiğimiz haber 22 eylül pazartesi günü İstanbul’da ücretsiz dağıtılan gazetelerden birinde çıkmıştı. Google haberlerde küçük bir araştırma yapıyoruz. 19 Eylül Cuma yani yukarıdaki haberden üç gün önceki Milliyet Gazetesi’nin kültür sanat sayfasında bir başlık: Dali’den rekor beklentisi. Sergiyi hazırlayanlar, basın toplantısında serginin muhteviyatına ilişkin bilgileri verdikten hemen sonra “serginin Picasso sergisinin ziyaretçi rakamlarını geçeceğini ve rekor kıracağını düşündüklerini” de sözlerine ekleyerek yönlendirmelerini yapmışlar. NTVMSNBC internet haber portelinden devam edelim:
“Dün akşam, ‘İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali’ sergisiyle ilgili basın toplantısına gösterilen ilgi gerçekten de eşine az rastlanır bir ilgiydi. 18 gazete, 18 televizyon kanalı, 4 haber ajansı, 24 dergi, 4 haber porteli, Türkiye’de temsilciliği bulunan yabancı basın kuruluşlarından 6 temsilci, 1 radyo ve yurtdışından da Le Monde, El Pais, The Times gibi gazetelerden 10 kişi basın toplantısını izledi. Toplamda 75 yayın ve 149 basın mensubu vardı.”
Müze Müdiresi, basın toplantısına gösterilen yoğun ilgiden yola çıkarak, “Picasso’da bu kadar basın ilgisi yoktu, sanırım Dali sergisiyle büyük bir rekor kırılacak” demiş. Serginin maliyeti ile ilgili sorulara net bir yanıt vermekten kaçınan Müze Müdiresi, sadece serginin çok maliyetli ve masraflı olduğundan bahsetmiş. Serginin maliyet, masraf, para kısmına yazının sonunda tekrar döneceğiz. Gördüğümüz tüm haberlerdeki ana yönlendirme bu serginin çok gezileceği! Baştan sona bir yönlendirme ve halka ilişkiler faaliyeti şeklindeki haberleri, en son Cumhurbaşkanı ve Eşinin de sergi açılışına geldiğini gösteren haberler taçlandırılıyor. Böylece, toplumdaki tüm kesimlerin, yani ilericisinden muhafazakârına bu sergiyi gezmesi için fotoğraftaki son halka da tamamlanmış olur. Bu son görüntü, sanatın bir yanıyla burjuva sınıfının ince zevkinin bir ürünü, diğer yanıyla devletin ve ulusun ne kadar ileride olduğunu gösteren anlayışın temsilidir aynı zamanda
Şu ana kadar sergi ile ilgili gazete ve internet üzerindeki haberlerden bahsettik. Türkiye’deki gazete okuma alışkanlığı ve gazete tirajları düşünüldüğünde, rekor beklentili bir sergiyi destekleyecek yeterli kitle iletişiminin sağlandığı söylenemez. İstanbul’da yaşayanlar bilir, E5 karayolu üzerindeki üst geçitler, Büyükşehir Belediyesi tarafından propaganda amaçlı duyurularda kullanılır. Günde binlerce aracın geçtiği, bu açık alan reklam yerleri hiçbir şekilde özel şirketlere verilmez. Zaten doğrusu da budur. Çünkü trafik yönetmeliğince bu yerlere reklam verilmesi, araç trafiği güvenliği açısından sakıncalıdır. Buna rağmen belediyenin, hükümetin propaganda amaçlı duyurularında ve kültür organizasyonlarının duyurularında bir istisna uygulanır. İstanbul’daki, Formula1 dahil tüm diğer bütün büyük gösterilerin reklamlarına sponsor adlarıyla birlikte burada rastlarsınız. O istikamette yolculuk yapıyorsanız buradaki duyuruları kaçırma şansınız hemen, hemen hiç yoktur. Belediye tüm bu imkânları sağlarken, kültür ve sanatın yarattığı masumiyet zırhının arkasına sığınır. Dali sergisinin hazırlayanlar basın toplantısında bu serginin 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un marka değerine katkıda bulunacağını söyleyerek, masumiyet zırhının yarattığı bu mazereti desteklemek için adeta kendi aralarında paslaşırlar.
Bu yazının hazırlandığı sıralarda serginin sponsoru banka, bunca halka ilişkiler ve tanıtım haberinin oluşturduğu atmosfer üzerinden televizyon ve radyo reklamları ile finali gerçekleştiriyor, herkesi sergiye davet ediyordu! Ama ortada şöyle bir sorun var: önlerinde kuyruk oluşsun diye yapılan bu tür sergiler ilgiyi günümüzden tamamen uzaklaştırıyor. Güncel olanın perspektifini değiştirip, odağa geçmişi oturtuyor. Geçmiş ve geçmişi koruyan müzeler deyince, müze uygulamalarının ideolojik pozisyonundan bahsetmek gerekir. Bu pozisyondan bahsetmek, tarihin nasıl yazıldığı ve iletişime sokulduğu üzerine; kimin tarihine ses verildiği, kimin susturulduğu üzerine konuşmak demektir. İktidar, temsil ve kültürel kimlik arasındaki ilişkiler, müze uygulamaları üzerinden yeniden üretilir. Müzenin koruma, toplama ve sanat yapıtlarına statü biçme işlevi sorgulanmalıdır. İster müze olsun ister galeri, “beyaz küp” ün tarafsız ve masum bir mekân olmadığı, sınıfsal bir uzantısı olduğu, herkesin kabul ettiği bir gerçektir artık. Müzeler sanat yapıtlarının aile mezarlığıdır. Müze emekçileri bu malzemeyi tarihsel bir sıra içinde tasnif edip “sanat ardiyesi”nin “envanter defteri”ne gömme göreviyle hep karşı karşıya kalmışlardır[1]. Gömülü kalmak her şeyden önce cesetlerin yazgısıdır. “Salon resmi” iyiden iyiye ölü bulunalı çok oldu. Ama çoğunlukla sanat tarihçileri, toz halindeki kalıntılar arasında aranarak yaşam taklidi yapan bir şeyler çıkarmaya ticari nedenlerle çok meraklıdır. Türkiye’de burjuvazinin bu tür sergileri yapmak istemesinin bir nedeni de, “salon sanat”ını kullanmak, dünya burjuvazisine “bakın biz de yaptık” demek içindir. Bu tür sergi bağlamlarının nesnelere nasıl anlam yüklediğini, sanat ile olan ilişkimize nasıl egemen olduğunu her zaman deşifre etmek gerekiyor.
Buraya kadar, Dali’nin İspanya İç Savaşı’nın sonunda faşist Franco rejimini nasıl desteklediğinden, Andre Breton tarafından “dolar heveslisi” olmakla suçlanıp, sürrealist gruptan nasıl atıldığından falan bahsetmedik. Yine de zihin açıcı olacak birkaç noktaya değinmekte fayda var. 1920’ler Paris’i her anlamda modern sanatın dokunulmaz “şeytani deha”ları için bir beşik görevi görmüştür ve aynı zaman da bu Paris, dekadansın doruğa çıktığı, bohemliğin son demlerini yaşadığı, aristokrasinin gösterişli ziyanlıklara ve lükse doymadığı, sermaye birikiminin, zenginliğin ve tüketimin vahşice arttığı bir zaman aralığını işaret eder. Dali (Picasso da) işte tam bu zaman aralığında çıkışını yapmıştır. Dali’nin resimlerinde sıkça görülen kafatasları, bir arzu nesnesi olarak çizilmiş cesetler, şiddette maruz kalmış, deforme olmuş ve uzamış bedenler bu aristokrasinin ilgi odağı olmuştur. Aristokrasi/burjuvazi ile bu tür şiddet yüklü sapkınlıkların sergilenmesinden zevk alma durumu arasında irdelenmeyi hak eden bir bağlantı olduğu aşikâr. Bu bağlantı belki kapitalizmin vahşiliği ile kötülük(sömürü ve ezme zevki gibi) arasındaki bağdan veya sömürenin sömürüsünden, uyguladığı şiddetten kendine itiraf edemediği zevki ancak bu şekilde ifade edebiliyor olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ne olursa olsun Dali’nin resimleri ve Dali, aristokrasi/burjuvaziyi şoka uğratamamanın yanında, aslında tam da istenilen özgün, nadir ve “tehlikeli” bir eğlencelik olarak alımlanmıştır. Günümüzde ise bir başka Dali’nin, Damien Hirst’ün yapıtlarını düşündüğümüzde, parçalama, vahşilik, gösterişli lüks ve ölüm(kuru kafa) gibi temalarla yeniden karşılaşıyoruz. Manidar olan dünyanın son 20-30 yıllık döneminin de kapitalizmin yarattığı eşitsiz zenginliklerin, devasa alış-veriş merkezlerinin, tüketimin gemi azıya aldığı, dokuz ömrü olsa parasını bitiremeyecek olan CEO’ların servetlerini saçmaları için sahnelenen nadir lüks objelerin, gösterişli eğlencelerin ve aynı zamanda havsalaya sığmayan yoksulluğun çağı olması. Avrupa’nın 19. Yüzyıl sonu ile 20. Yüzyıl başı arasında yaşadığı ütopya dönemi 1929 krizi ile sonlandı ve arkasından faşizm ve İkinci Dünya savaşı geldi. Bizimki ise 2008 krizi ile sonlanmak üzere.
Daha da garip olan mazbut Türkiye burjuvazisinin Dali ile kendine övünecek bir nesne bulduğunu düşünmesi! İçeriğe bu kadar yabancılaşılması hem sanatın ne kadar kaygan bir zemin olduğunu hem de Dali’nin oynadığı sahte şok oyununun ne kadar geçersiz olduğunu bir kez daha gösteriyor. İnsanın içinden “Paşazade Hülya hanım onlar inci değil bok!” demek geliyor.
Dali’nin sanatsal değeri vb. sanatın “sözde özerk” konusu olabilecek alanlara daha fazla girmeyelim. Sadece Marksist Yunan sanat tarihçisi Nicos Hadjinicolaou’nun bir görüşünü hatırlatmakla yetinelim: sanatı “büyük sanat” yapıtlarının toplamı sayan belli bir anlayıştan kaynaklanan tüm zihinsel çağrışımları kafamızdan atmamızda fayda var. Ve devamında bir sanat yapıtı kim tarafından ve hangi nedenlerle “güzel” sayılmıştır? Maddeci sorusunu sormayı unutmamalıyız.
Konumuza dönelim, müze müdiresinin söylediği gibi, Dali sergisi taşınma, sigorta ve diğer çalışmalar ile çok büyük, çok masraflı bir sergi... Türk burjuvazisi hem İstanbul’un marka değerine katkıda bulunmak, hem de Türkiye’ye böyle bir sergiyi getirerek tanıtım gibi “ulvi” bir amacı gerçekleştirmenin mutluluğu içersinde hiç bir masraftan kaçınmadıklarını “görgü” kuralları çerçevesinde basın toplantısında söylemeye çalışıyor. (Sanat, kültür, hayır vb işlerde paradan bahsetmek aslında ne kadar büyük bir görgüsüzlük değil mi?) Ama tam da bu masraf meselesi üzerinden serginin neden bu kadar pohpohlandığını anlayabiliriz. Picasso sergisi de o güne kadar yapılmış en büyük bütçeli sergi idi. Fakat o sergide kesilen biletler üzerinden elde edilen satış gelirleri ile Sabancı Müzesi masraflarını karşıladığı gibi, müzenin kasasına ekstra para kalmıştır.(Bu bilgiyi güvenilir kaynaklardan teyit ettik.) Müze müdiresinin Dali sergisi rekor kıracak çığırtkanlığının arkasında, serginin masraflarını, kendi emek gücünü her daim değerli kılabilmek için bu tür etkinlikleri mutlaka izlemesi gerektiği yanılsamasına kapılan “şehir proletaryası”na bilet keserek çıkartmaktan başka amaç yatmaz.
Güncel olanın bu tür gösterisel sergiler ile örtbas edilmesi ve bu örtbas işlemi sırasında Türkiye burjuvazisinin kendi adına biraz daha simgesel ve maddi değer katması söz konusu serginin asıl anlam ve amacını oluşturmaktadır. Bu gösteride izleyiciye/şehir proleteryasına biçilen görev bilet alarak sergiyi gezmek ve burjuvazinin kültürel alanda yürüttüğü sınıf mücadelesinin bir aracı olan mekanizmada müteşekkir bir çark işlevi görmektir. Bu gösterilerin gördüğü sanal ilgiyi yaratan dürtü Dünya kupası ya da rekor bir bütçe ile çekilen bir Hollywood yapımının gördüğü ilgiyi yaratan dürtü ile aynıdır. Büyük bir gösterinin parçası olma dürtüsü. Yaratılan sanal ve ütopik dünyanın bir parçası olmak dürtüsü. İşte burjuvazi kurguladığı o dünyanın kapısının önünde bilet kesmektedir. Sanat bütün bu gösteride sanki ana rolü oynuyor gibidir fakat ortada sanattan bahsedilebilecek herhangi bir nüve bulunmamaktadır. Sanatın bu sanal sunumunda yaşama, topluma dair zenginleştirici bir anlam bulmak da mümkün değildir. Türkiye burjuvazisi ulusalcı ya da muhafazakâr olsun kültürel olarak her zaman tutucu ve kapalı olagelmiştir. Tarihin raflarındaki tozlu, ehlileşmiş, zararsız cesetlere duyduğu ilginin ve 60’lar sonrası gelişen güncel olana dokunan sanatsal tavırları ısrarla görmezden gelmesinin altındaki bir başka neden de budur. Daha da can alıcı olan, bu tavrının sanat akademileri ve sanat entelijansiyası tarafından desteklenmiş ve hala destekleniyor olmasıdır. Marcel Broodthaers ve Hans Haacke gibi müze ve galerilerin ideolojik işlevlerini sorunsallaştıran sanatçıları sanat tarihi kitaplarından bilen ama bir türlü güncel durumla bağlantısını kuramayan yarı kör yarı sağır entelijansiya sanatı hep nostaljik bir aurayla süslü, şimdiki zamana değil kayıp bir geçmişe seslenen sihirli bir obje olarak görmekte diretir ve onu tehlikesizliğin uslu sularına mahkûm eder. Böylece sanatın şimdiki zamana dokunabilecek, kapalı kapıları açabilecek, hayatı dönüştürebilecek potansiyelleri sinsice bastırılır ve yok sayılır.
Kültür ve sanat üzerindeki sınıf mücadelesi sadece ve sadece sponsorluk sisteminin açmazlarını veya kültürel üretim araçları üzerindeki hâkimiyeti deşifre etmekle kendini sınırlamamalıdır. Bütün bu maddi tablonun arkasında sanatın biçimi üzerinde kurulan hem siyasal hem de sanatsal bir mücadele vardır. Burada biçim ile kastımızdan hem sanatın –kurumlar, bankalar, sponsorluk sistemi gibi- üretim ve alımlanma şartları hem de sanata yaşamsallık katabilecek güçleri etkinleştiren ya da bastıran sanatsal biçimler anlaşılmalıdır. Bu noktada belli bir sanatsal biçimin belli bir siyasete denk geldiği akıldan çıkartılmamalıdır. Yani Dali sergisinin sinsiliği şimdiki zamanı örtbas etmesi ve halkla ilişkiler etkinliği olması bir yana, belli bir sanat anlayışının propagandasından ibaret olmasıdır.
[1] Müze, mezar metaforu ilk Rus avangard sanat eleştirmeni Nikalai Tarabukin, daha sonra da Theodor W.Adorno tarafından kullanılmıştır.
*Bu yazının kısa bir versiyonu İşçi Mücadelesi dergisinde yayınlanmıştır; tamamı Express dergisi Kasım 2008 sayısında yayımlanacaktır.
2 Kasım 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder